24 Nisan 2008 Perşembe

Hayat Sanatı

Hayatım anlam kaymalarıyla geçti.
Aşklarım anlatım bozukluğu...
''Seni seviyorum'' demem, mecaz sanıldı;
Halbuki mübalağa bile değildi.

Her sevgimi telmihsiz ele aldım,
Hiç birinde teşbih yoktu!
Ama ah, o kinayeler yok mu?
Hele birbiriyle tezat tevriyeler...
Tariz yapmak zorunda mı, bana her sevgili?

Bu tezat ne zaman biter bilinmez ama,
Tenasüple mazhar olacağım elbet,
Hayatı leff-ü neşredecek bir maşuka.

Aşk Üzerine


‘’Heykeller yapmalıyım, çırılçıplak heykeller,
Nefis rüyalarınız için…’’

S.F.Abasıyanık

İşte böyle başlar, Kıbrıs’lı Pygmalion’un hikayesi… Siz hiç gerçekten sevdiniz mi?! Ah, unutmuşum, siz de o anlaşılması zor olan insanlardansınız.
Diyeceğim şu ki sevgi, salt, katıksız, duru, dürüst, gerçek sevgi. Tıpkı Kral Pygmalion’un Galatea’ya duyduğu aşk gibi. Niçin insan, fiziksel olarak bir şeyler paylaşmadan aşık olamasın? Bu kadar mı maneviyata inancınız yok? Bu sapkın batı inancına bu kadar mı yıkandı beyniniz?
Aşkın anlaşılamayacak bir tarafı yoktur. Aşk, her türlü olabilir. Bir insanı ne etkilerse, kendisine ne uygunsa ona aşık olur. Bazen 1 yılda, bazen 1 dakikada. Bazen ilk görüşte birisinin gözlerine aşık olur, bazen hiç görmediği birisinin iç dünyasına, duygularına, saflığına.
Montaigne ; ‘’Aşk için kitapları bir yana bırakıp açık yüreklilikle konuşursak, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, diyebiliriz gibi geliyor bana.’’ Demiştir.
Sokrates’e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur.
Mesela Sait Faik’i ele alalım. Şöyle başlıyor cümlelerine, dünyanın en iyi tasvircisi;
‘’Ne yalan söyleyeyim, benim aşkım tuhaftır. Halbuki, böyle olmamalıdır, insan yıldırımla vurulmuş gibi âşık olmalı, sonra muvaffak olmak için bir şeyler icat etmelidir. Bu nevi aşkı pek severim ama, bir türlü de olamam. Muhakkak, evvela, seveceğimden biraz yüz görmeliyim. Sonrası kolaydır. İkinci yüz verişte yakalandığımı hisseder, kaçınmaya çalışırım. Üçüncüde her şey bitmiştir. Artık deli gibi aşığımdır.’’
Gördünüz işte, Sait Faik, yüz verilmesine ihtiyacı olduğunu söylüyor. Peki ya zavallı Pygmalion ne yapsın? Hiç fildişinden yapılma bir heykelden, yüz görebilir mi insan? ‘’Galetea, ah Galetea, ne kadar güzelsin’’ diye iç geçirmelerle, ellerini kadının yüzünde dolaştıran bir erkek hayal edin ki, adamın elleri fildişi malzemenin soğukluğunu bile hissetmesin, gözleri o bembeyaz rengi, ten rengi sansın…
Pygmalion, o kadar güzel bir heykelden kadın çıkarmıştır ki ortaya, kendini ona aşık olmaktan alıkoyamaz. Evet, siz sevdiğiniz insanın size ilgi göstermesini bekleyen âhlaksızlar, Pygmalion’a bakın ve ibret alın. Hanginizin sevgisi, bir taşı sevebilecek kadar büyük? Esas büyük sevgi, ellerini tuttuğunuz, yüzü okşadığınız, dudaklarını öptüğünüz, saçlarına dokunabildiğiniz, gözlerinin parlaklığını görebildiğiniz bir sevgiliye duyulan sevgi midir? Uğrunda ölebilirim dediğiniz sevgilerin, kaçı payidar kaldı hayatınızda? Onsuz olamam dediğiniz kaç sevgiliden ayrıldınız, içten pazarlıklılar?!
Pygmalion öyle sevmedi. O sadece, taş ta olsa, konuşamasa da, kendisine karşılık veremese de, Galetea’yı sevdi, sevdi ve sevdi… Her gün onun taş dudaklarını öptü, saatlerce karşısında bekledi. Umut etti mi, etmedi mi bilemem ama, tanrılara yakardığını biliyorum.
‘’Ey büyük tanrılar, madem insanlara her şeyi bahşediyorsunuz, madem ki hibenizin sonu yok, o halde Galetea’yı verin bana…’’
Galetea bir heykeldi. Ve Pygmalion onu, hiçbir şey beklemeden sevdi. Sadece o, Galetea olduğu için… Galetea onu öpemezdi, dokunamazdı, güzel sözler söyleyemez, onu tatmin edemezdi. Kısacası Pygmalion’un sevgisine karşılık veremezdi ama, Pygmalion onu sevdi. Hiçbir şeyi umursamadı, sadece sevgisine sahip çıktı.
Akabinde Afrodit, Pygmalion’a acımış olacak ki, bir sürpriz yaptı ona. Pygmalion, gene bir gün eve geldiğinde, Galetea’ya dokundu, yüzünü okşadı, Galetea’nın ona karşılık vermeyeceğini bile bile. Ve… Evet oldu. Galetea karşılık verdi. Kadın da onu öpüyordu. Pygmalion’un sevgisi, onu taştan, kanlı canlı bir insana çevirmişti… Ee, Pygmalion da bunu hak etmişti doğrusu.
Bu günlerde, bu kadar büyük aşklara, aşk diye nitelendirilemeyecek aşklara, hiç de hak etmeyen insanların, her şeyden bir katkı, bir karşılık bekleyen insanların sahip olduğunu görüyorum da… Hem Pygmalion’a acıyorum, hem kendime…Benim de aşkım Pygmalion ile Sait Faik’in arasında bir yerdedir herhalde.
Ve siz, olanla yetinmeyen, varoluşun, doğallığın, içten gelenin, samimiyetin, gerçekliğin mucizesini görmeyen romantikler… İçten pazarlıklı, karşılık bekleyen, ilgi görmezse solan ahlaksızlar… Siz sakın aşık oldum demeyin, Pygmalion’dan haberdar olduktan sonra.
Bakın Pygmalion kimmiş; ‘‘pygmalion, kendisi için kusursuz kadının heykelini yapan eski bir Yunan Kralı. Tanrıça Afrodit bu heykele can vermiştir. Bu efsane, eşlerinin görünüşünü ya da kişiliğini değiştirmek isteyenlere karşılık ortaya çıkmıştır.’’
Şimdi gidin ve Nietzsche’nin size önerdiği gibi yazgınızı kabullenin ki, gerçekten insanüstüne ulaşabilesiniz ve sevginiz gerçekten, maymunların sevgisinden farklı olsun... Ki gerçekten büyük sevginizle gurur duyabilin, gerçekten sevginiz mucizevi olabilsin.

22 Nisan 2008 Salı

Angut üzerine


Oturup beklemek lazım
Tepkisizce oturup beklemek
Beklemek ve sadece izlemek
Hayata anlamlar yükleyip sonra da çözümlememek gerek
Hepsi yapay, her şey biter
Ve koşmak peşinden hayallerin,
Bu hayallerden daha saçmadır.

Nasıl ki bir cahille konuşursun
Ve içinden gülmek gelir
İşte o cahilleri ciddiye almamalısın
Bırak kendi kendilerine, şarkı söyleyip eğlensinler

Gereksiz alegoriler, o kadar kör yapmıştır ki
Çağrışımı güzel bir söze, binlerce anlam yükler
Dalar giderler süslü hayallerinin içine.
Sonra sen suçlu olursun.

14 Nisan 2008 Pazartesi

''Ben anlamam bu işlerden'' demeyin.


Cuma günü, General Electric firmasının açıkladığı bilançoda, beklenilenin yaklaşık %20 daha aşağı bir karla ilk çeyreği kapatması, büyük yankı uyandırmıştı.
Zaten, Citi Group, Deutsche Bank gibi şirketlerin 8 milyar doları bulan büyük zararlar açıklamaları, artık dünya ekonomisinde son 3 ayda resesyon (durgunluk) sözcüğünü sık sık gündeme getirdi. Hatta öyle ki, en son 70’lerdeki krizde anılan, stagflasyon (durgunluk sırası enflasyon artışı) sözcüğü bile anılır oldu. Peki, resesyonun sonraki safhası olan depresyon (çöküntü) yaşanacak mı?
Yaşanabileceğinin, hatta biz farkına varmadan başlamış olabileceğinin bile ilk habercisi, işte General Electric’in duyurduğu , beklentilerin çok altındaki kâr rakamıydı. Bu kadar önemli olmasının , birinci sebebi, General Electric, bir reel sektör kuruluşudur. Yani meta üretimi yapan bir kuruluş. Ve çok uluslu dev şirketlerin, en büyüklerinden birisi, hatta onların sembolü diyebiliriz.
Bu açıklanan kar oranı gösterdi ki, artık bu resesyon dalgası, reel sektörü de vurmaya, finans sektörünü aşıp reel sektöre sirayet etmeye başladı.
Demek ki FED’in (Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası) geçtiğimiz yılın son çeyreği ve 2008 ilk çeyreğindeki faiz düşürme müdahaleleri , kısa vadede işe yaramadı. Hatta, karşılıksız emisyon bu durgunluğu çözümleyeceği yerde, stagflasyona sebep olmaya başladı. Zira finansal kaynaklı bir dalgalanma, artık reel sektörü de vuran bir krize dönüşmeye başladı.

Bu bana 1873 yılı büyük buhranını hatırlattı, zira o kriz de finansal kaynaklı bir krizdi. Önce Avusturya’da, sonradan Almanya’da sonra diğer Avrupa ekonomilerine bulaşan bu kriz, banka iflasları, sonra yeniden yapılanma çabaları ve nihayetinde ise savaş harcamalarına dönüşüyordu.
Spekülasyon, işgücü kıtlığı (bugün kalifiye işgücü olarak nitelendirebiliriz) artan maliyetlerle birleşince kârlılık oranları düşmüştür ve borsada önce belirsizlik ardından panik hakim olmaya başladı ve o dönemin lokomotif şirketleri, demiryolu sektörü şirketleri birer birer iflaslarını açıklamaya başlarken, ardından, Lyon’da 1882’de Lyon Bankası, Loire Bankası sonra da Union Générale ve sonra bir çok bankanın iflası takip etti.
Neyse bu kısmı fazla uzatmayalım, ancak önce ne olduğu anlaşılmayan bir dalga daha sonra da bunun durgunluk ve ardından çabalar işe yaramayınca , bu durumun büyük bir çöküntüye sonuçlanan büyük buhran adlı bu derin kriz, hem fiyatları , dolayısıyla üretimi düşürerek, düşük kar marjları da öncelikle küçük işletmeleri ekonomiden tasfiye ediyordu, hem de düşen reel işçi gelirleri, talebi de daraltarak bu krizi derinleştiriyordu.
Bugün ki dalgalanmaya benziyor bu senaryo sanırım. En azından ben büyük bir benzerlik kurdum.

Uzun süredir finansal kaynaklı bu süreci, şimdi General Electric sembolünün şokuyla, reel sektörde hissetmeye başladı ve artık resesyon karmaşasında son raddeye geldiği, çöküntünün baş göstereceği zamanın çok da uzak olmayacağı görülüyor. Tabi ki bunun için kesin bir tarih verilemez ama, FED’in yaptıklarının kısa vadede işe yaramadığı gözüküyor ve ABD dünya gözünde günbe gün itibarını kaybetmeye başladı.

Yükselen enerji fiyatlarının maliyet enflasyonu yaratması ve alttan baskı yaratması, bu baskıyı düşük kar marjlarının karşılayamaması, zaten orta sınıfı ve küçük işletmeleri tasfiye etmeye başladı.
Firma yönetimi yönünden baktığımız zaman da, gene şu durum karşımıza çıkıyor, ana firmaların tedarikçilerini bu durgunluk hissedilir derecede vuruyordu zaten son 2-3 yıldır. Şimdi artık ana firmalara sirayet eden bu durgunluk, eğer dünya ekonomisini yöneten IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar, artık Neo-Liberalizm fundamentalizminden vazgeçip, radikal ve gerçekçi çözümler bulmazlarsa ve hala klasik iktisat kitaplarında yazan çözüm reçetelerinden medet umarlarsa, bu durum derin bir krize dönüşecek gibi duruyor.

Ancak IMF’nin kendi yapısı içerisinde ,yeni daraltıcı önlemleri ve G-7’ce de desteklenen bu reform hareketi (http://www.imf.org/external/pubs/ft/survey/so/2008/NEW041208A.htm) yönetimsel masrafları kısma, yeni küresel dinamik ekonomilere daha büyük ağırlık vereceği, düşük gelirli ülkelerin seslerini daha çok dinleyeceği, yeni kota uygulamalarına gitmesi, ve ABD hazinesi sekreteri Poulson’un IMF’ye limitli altın satışından sağlayacağı kaynağı IMF’ye aktarmak istediklerini açıklaması, bu sürece olumlu etki yapabilir mi? Bunu da göreceğiz.
Fakat şahsi görüşüm, bu çabaların da yetmeme ihtimalinin büyük olduğudur. IMF’nin 2008-20013 arası yaptığı 3.7- 4.8 aralığındaki dünya geneli büyüme trendi de , doğru çıkmayabilir.

O halde biraz felaket tellallığı yapıp en kötü senaryoyu direkt söyleyelim. Öncelikle tıpkı 1873-1895 yılları Büyük Buhranı’nın ardılı olarak çıkan 1. Dünya Savaşı gibi bir dünya savaşı çıkabilir pekala.
Bu senaryonun bazı emarelerini, AB ile silahsızlanma anlaşmasını askıya alan Rusya, NATO’nun genişleme süreci, Çin’in ABD’nin hegamonyası için iyiden iyiye bir tehdit haline gelmesi, doların küresel piyasalarda, genel itibariyle değer kaybetmesi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı ve bu planla Rusya’nın etrafını çevirmeye çalışması ve aynı zamanda Çin’e de gerektiğinde askeri müdahaleleri yapabileceği yeni üsler yaratma çabası, aynı zamanda, kendi ithalat yükünü, Orta Doğu kuşağında yer alan bu ülkelere konsolide etme girişimi, Doğu Avrupa’ya kurmak istediği ve Rusya ile sık sık siyasal krizlere yol açan Füze-Kalkan projesi, ABD’ye karşı büyük muhalif güçlerin çıktığı ve ABD’nin engelleyemediği Güney Amerika demokratik-sosyalist kuşağı ve bu kuşağın önderi Venezüella-İran yakınlaşması, ABD'nin Doğu Avrupa'da kendine yeni üsler yaratma projesi ve en somut örneği Kosova… Bunları üst üste koyduğumuz vakit, sanki patlamaya hazır bir odanın içine doldurulmuş , patlayıcı gaz niteliği kazandığını söyleyebiliriz. Zira Güney Osetya problemi, ABD'nin bölgedeki uzantısı Gürcistan ile Rusya arasında 1 yıldır bir gerginliğe yol açmakta. Bu bahaneyle Rusya'nın Gürcistan'a bir askeri müdahalesi beklenebilir.

Yazıya başladığım noktayla, şimdi ortaya çıkan senaryoya bakıyorum da, meğer sistemi anlayabilmek için ne çok enstrümana ihtiyacımız varmış. Ve her şey birbiriyle ne kadar ilintili ve aslında tekil olarak alakasız gibi gözüken yap-boz parçalarını tek tek bir araya getirip topladığımızda, ortaya nasıl bir şekil çıkabiliyor.

Yaşayacağımız günler ne gösterecek bilinmez ancak, şu gerçekki şu sıralar pek çok kişinin umrunda olmayan , takım elbiseli , bon çantalı adamların kendi aralarında değiş-tokuşları olarak baktıkları bu sistem, eğer farkına varılmazsa, en entelektüel sanatçısından, en zengin ve umursamaz insanına kadar, tepelerine bomba olarak düşebilir.

Kısaca, ''Ben anlamam bu işlerden'' demeyin... Yarın bir gün çok kötü bir şekilde anlarsınız sonra.

13 Nisan 2008 Pazar

Wish you were here...


Peki, bahsedebileceğini düşünüyor musun?
Cehennemden cennet, acılardan mavi gökyüzü
Soğuk çelik bir tren rayından, yeşil bir alan söyleyebilir misin?
Peçeden bir gülümseme?
Bahsedebileceğini düşünüyor musun?

Ve onlar senin kahramanlarını hayaletler için ticaret mi ettiler?
Ağaçlar için sıcak küller, serin bir esinti için sıcak hava, değişim için soğuk teselli
Ve savaşta yürümeyi, kafeste bir başrole mi değiştin?

Nasıl isterdim,
Nasıl isterdim burada olmanı
Biz sadece, balık kasesinde yüzen iki kayıp ruhuz, yıllar yıllar sonra
Aynı eski yeri çiğniyoruz ve ne bulduk?
Aynı eski gözyaşları,
Keşke burada olsaydın.

10 Nisan 2008 Perşembe

Pragmatiste Cevap


Ben kendime cevap çıkarttım pragmatist arkadaşımızın yazısından, ve yeni bir tartışma konusu yarattığı ve konudaki fikirlerimi daha derin açıklamama vesile olduğu içinse teşekkür ediyorum. (hede hödö, zart zurt gibi terimler de anlamsız şeyler için kullanılır, acaba savunduğu şeyler ne kadar anlamlı?


Osman havuzda Şenay'la yakalanmış- hii, çok derin mevzu bunlar, oturup uzun uzadıya tartışmak lazım, gel starbucks'a gidelim orada anlatırsın.-peki)


Her şeyden önce, kendini geliştirmek demek, kendi olmayı unutmak demek değildir. Daha iyi bir ''kendi'' dir. Yani ''kalite'' .Kaliteli insan olmak kolay mı? Kalite nedir? Kalite norm ile spesifikasyonların, aynı olgu içerisinde temerküz etmesidir.Yani?Norm= olması gerekenSpesifikasyon= Şimdiki durumda bulundurduğu özellikKalite= normlarla spesifikasyonların buluşması. Tek başına spesifik ( Bir türün, bir olayın karakteristik yönünü veren.) bir insan olmak, kaliteli insan olmak anlamına gelmez. Normların altında kalırsan, ''güruh'' u oluşturan kişilerden birisi olursun.Yani spesifikasyonları, ''mevcut durum budur'' diyerek savunmak, kaliteye ulaşmayı engeller her zaman. Hobiler konusunda, elbette kendisini o yönde de geliştirmelidir. Zaten kendini geliştir derken, zihinsel olarak demedim sadece. Vücudunu geliştirebilir bir insan, bir başkası başka bir yeteneğini geliştirir.Ama şüphesiz ki bunların en değerlisi, ''zihinsel'' yetenektir ve en önce bunun geliştirilmesi gereklidir. Esas kültür, kültürlü olmak budur.


Pragmatist arkadaşımızın yazdığından da anlaşılacağı gibi, kendisi baya pragmatist birisi ve ticari konudan ele almış.Ancak yazdıklarının %90'ına katılmıyorum. Bir kere yazısında çok kere pragmatizm ile hedonizmi , egoizmi karıştırmış. Zevk aldığı konular(!) ,bazen yarar sağlamayabilir . Ayrıca bireysel anlamda ele aldığımız zamanda, bir insanın magazin izlemesi ve magazinel kültürün içinde olması, gene ona bir yarar sağlamaz, sadece egosunu tatmin eder.Kaldı ki\ nerede Kant'ın Ödev Ahlakı?!Magazini savunmak (belki kendince haklısındır) bana göre akıl dışı bir şeydir. Bunu savunanlar genelde bu konuda ticari kaygıları olan kişilerdir.Zira magazinin halkı uyuşturmak için en etkili araçlardan birisi olduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca, başkalarının arkasından konuşmak, hiç hoş bir şey değildir ve bir kompleks belirtisidir. Takıntılı insanlar bu tip konuları merak ederler. Herkes kendi işine bakmalı, başkasının dedikodusunu yapmamalıdır. Evet insanların doğasında vardır belki bu bahsettiklerin. Ancak KÜLTÜR işte burada devreye girer..


KÜLTÜR, sonradan katılmış demektir ve bu sonradan katılan olgu, insanın davranışlarını frenler ve olandan alıp ''OLMASI GEREKEN'' e, erdemli olmaya götürür. (Başta bahsettiğim spesifikasyon+norm = kalite anlayışı)İnsanların bu derece metalaşması, insanların manevi dünyalarında sürekli bir eksiklik hissetmelerine, Durkheim'ın değindiği gibi, insanın kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. Bu da intiharları, psikologlara sürekli para ödemeyi, abuk subuk tarikatlara girmeyi (moon tarikatı mesela) beraberinde getirmiştir.Üstelik imzana da ''Zihin; akıl, zekâ ve mantık üçlüsünü doğru ve etkin kullanarak iradeli hareket etmek demektir. '' yazmışsın. ''Yani, güdülere, zevklere göre hareket etmek değil, akla göre mantığa göre hareket etmeye değer vermişsin'' (sözde öyle gözüküyor)Peki o zaman şu yazdığın yazı ile, bu imza çelişmiyor mu? Kendiniz olmayı unutma demişsin, peki sen bu iki anlayıştan hangisine mensupsun?Magazinel merak yerine, entelektüel merak oluşursa, işte o zaman kişi kendisini geliştirmiş olur. Burada magazinel merak derken de, güncel olayları takip etmemeli demiyorum. Zaten entelektüelliğin doğası güncel olmayı gerektirir. Ama kim? Kiminle? Nerede? Ne yaptı? 'den ziyade, Kim? Neyi? Nerede? Buldu? tarzında bir yaklaşım, insanlığın gelişimi için gerekli yaklaşımdır.


Ayrıca güzel ya da yakışıklı seçmek, bize ne gibi bir fayda sağlayacak anlayamadım?! Televizyondaki gibi (!) bir güzellik yarışması önermek te oldukça komik. Çünkü TV'deki güzellik yarışmalarının amacı, esasen güzel seçmek değil, sponsorların adını duyurup para kazanmaktır. Yeni yapay idoller yaratıp, onları pazarlayarak yeni mal ve hizmetler satmaktır. Bu şekilde de kapitalizmin çarkını döndürmektir.Bu yüzden moda denen (bana göre bela) icat edildi, insanlar, şirketlerin üretim maliyetleri azalsın diye tek tipleştirildi ve KÜRESELLEŞME icat edildi.Üstelik bunu da siz magazin severlerin egolarını sömürerek yapıyorlar.Sen TV'deki gibi yapınca, sponsorlardan para mı kazanacaksın, bunu da anlamış değilim.Bir dönem de uyuşturucu kültürü oluşmuştu insanlarda ve Avrupa'yı Amerika'yı kasıp kavurmuştu... Magazin ile uyuşturucu arasında bağ kurabiliriz. Zira birisi fiziksel, ötekisi zihinsel olarak uyuşturmaktadır.Magazin satıcılarının da, insanlara ''zarar satıp'' onların sırtından geçinmeleri ile, uyuşturucu tacirlerininkisi bu açıdan pek bir benzemektedir.Her zaman her türlü akım, trend yakalayabilir moda olabilir.


Önemli olan zaten neyin, ne olduğunun farkına varmaktır, he bulduğu suya atlamamaktır. O su bataklık çıkabilir çünkü.TV kültürü oluştu diye de , bunun üzerine yoğunlaşmak, insanı ''sığlaştırır''.Sığ sularda sadece kayıklar yüzer, ve bu kayıkların ufukları her zaman dar olur çünkü hep sığ sularda yüzmüş, okyanusa açılamamışladır.Her şeyden bir kazanç kapısı sağlamaya çalışmak ve insan olmanın,vatandaş olmanın yüklediği ödevleri unutmak, insanı bayağılaştıran bir tutumdur.Kendini geliştirmek ise, kültür ve görgü ile olmazsa, ne ile olur bilmiyorum. Zira bahsedilen hobiler, mesleki ve teknik beceri kazandırabilir insanlara, ancak kavramsal bilgi sahibi olmak, her zaman için bu tür becerilerden üstündür.Bunun başında da dil, tarih ve felsefe bilmek gelir.Satranç oynamak ile, satranç tarihi bilmesini de karıştırmış üstelik! Karpov'u bilmek, satranç oynamak ile dolaylı ancak, satranç tarihi okumakla direkt ilintilidir.Yani sen istersen satranç şampiyonu ol, gene de Karpov'un kim olduğunu bilmeyebilirsin.


Bu durumda, satranç oynama yeteneği olduğundan bahsedilebilir ancak bir ''satranç kültürü'' oluştuğundan söz edilemez.Burada kilit kelime, ''bilmek'' ... ''becermek'' değil. Yani; bir şeyi yapabilme becerisini geliştirmek ile, bilmek doğru orantılı değildir. Birisi mesleki beceriyi geliştirir, bilmek ise genel kültürü ve kişiliği yüceltir. Yani kısacası, önemli olan, erdem sahibi bir insan olabilmektir. Yoksa, ''ye , iç, yat'' mantığı ile, bu dünyaya bir şeyler veremeden, bir şeyler üretmeden sadece tüketip, ihtiyaç karşılayarak gitmek, pek te insana uygun bir davranış olmasa gerek. Bu tür insanların oluşturduğu topluluklar genel de ''güruh'' olarak adlandırılmıştır.Bilim, sanat, felsefe, edebiyat gibi olguları da herkes sevmez, zevk almaz katılıyorum. Bu yüzden zaten, herkes aydın değildir. Bu bir ayrıcalıktır ve TV'ye sığ demek, kendini beğenmişlik değildir.Serdar Ortaç konusuna değinmek istiyorum. Serdar Ortaç ekonomi dersi verecekse gitsin bir şirkette yöneticilik yapsın, şarkıcılık değil. Laylayloylom diye şarkıyı ben de yaparım marifet bu değil. Sanatçı, güzel eserler veren kimsedir. Evet güzellik görecelidir ancak , bu güzellik anlayışı da yine kültür seviyesi ile doğru orantılıdır.Adam Serdar Ortaç dinler, çünkü zaten entelektüel merakı yok. Wagner'i, Dede Efendi'yi, Çaykovski'yi , Django Reinhardt'ı, Secret Gaden'ı, Yanni'yi nereden bilsin ki? Televizyonda o gösterilmiyor. Oysa esas güzel olanı kaçırmakta yine bu tip bir insan.


Gene olması gerekene ulaşmak, kendini aşmak yerine, olanla, verilenle idare ediyor.Genelde bu tarz pop zımbırtı dinleyenlerin , bu bahsettiğim gerçek sanat eseri klasikleşmiş şarkılarını duyduklarında ''Aaa, bu şarkı ne güzel ya hep reklamlarda duyuyorum, atsana bana bunu msn'den'' demelerine şahit oldum pek çok kez.Emrah'a sormuşlar, ''Mozart'ı beğeniyor musun?'' cevap, ''Çok beğeniyorum, Türkiye'ye konsere gelirse konserine gitmek isterim (!)'' Gülsem mi, ağlasam mı?..Adam olmak öyle kolay iş değil. Adam olmak için önce ''erdemli'' ve başta belirttiğim gibi ''kaliteli'' olmak gerekir.İnsanları birbirlerinden ayıran esas özellik te budur zaten. Birisi, hobilerinde üst düzeye ulaştı mesleğinde zirve yaptı; ancak görgüsü, genel kültürü eksik, öğrenme merakı ve entelektüel yeteneği yok. (Mesela İbrahim Tatlıses) (bkz.Kıroyum ama para bende)İşte şimdi tam da ''ADAM OLMAK'' konusuna değineceğin bu açıklamalardan sonra.Ünlü hikaye bilirsiniz...


Babası oğluna , ''Ben sana vezir olamazsın değil adam olamazsın dedim'' der.Yani kısacası, Aydın olma sevdası, çok büyük bir erdemdir. Ne kadar sorgularsan, o kadar varsındır!

Deniz'lerin THKO Savunmasından


Türkiye'nin bağımsızlığındanbaşka bir şey istemedim.Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum.
Bizlerin tek özlemi tahsil sırasında bulunmamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığıdır. Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığını temin edemedik.
Biz 50 sene evvel Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı'nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman için muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşı'nı yapmak için Samsun'a çıkanlara İstanbul örfi idaresince ve mahkemelerince idam cezası verilmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki, Osmanlı İmparatorluğu yüzlerce generalinden ancak birkaç tanesi Kurtuluş Savaşı'na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul'da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir.
1950 tarihinde Amerikan emperyalizmi iktidara geldi. Demokrat iktidar 27 Mayıs 1960'da tarihe gömüldü. Demokrat Parti gitti, bunun gitmesiyle tellaklar değişmedi. 27 Mayıs'ı kastetmiyorum, bundan sonrasını kastediyorum. Hamam aynı fakat bu defa da tellaklar değişti. Amerika bu dönemde imdada yetişip İnönü'yü düşürdü, Demirel'i iktidara getirdi.
Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz
Öğrenci hareketlerine gelince, Türkiye'de öğrenci olayları 50-60 senedir eksik olmamıştır. Sultan Hamit'in Tıbbiye talebelerini Sarayburnu'ndan denize attığı tarihten itibaren öğrenci hareketleri Türkiye'de devam edegelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme hayır diyen gençler ilerici gençlerdi. Ve 28 Nisan 1960 tarihinde özgürlük savaşı veren gençlerdir. Amerikan emperyalizmi tarafından İnönü hükümetten düşürüldüğünde protesto gösterisi yapan gençler ilerici gençlerdir. Anayasa'ya Bağlılık Mitingi'ni de bizler yaptık. O günün mitinginde iktidarın kiralık adamlarından ve polisinden dayak yiyen de gene bizlerdik.
1968 senesine gelince, üniversiteler öğrenciler tarafından işgal edildi. İşgalleri gayet meşru idi ve kürsü ağaları dahi bu işgallerin haklılığını hiçbir zaman inkar edemedi. Aynı yılın Temmuz ayında Amerikan Filosu'na karşı gösteri yapanlardan Vedat Demircioğlu polis tarafından hunharca öldürüldü. İktidarın kiralık kuvvetleri ve polisi hunharca devrimcilerin üzerine saldırdı. 20'ye yakın devrimci öldürüldü. Bunların hiçbirinin katili bulunamadı. Polis karakolları işkencehane haline getirildi. Hiçbir savcı buna karşı çıkmadı. Fikir özgürlüğünü ve Anayasa'yı paravan yapanlar "önceden Atatürkçü geçinirken O'nun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar, sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı." suçlamasını kesin olarak reddediyorum ve asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez.
Gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun İstiklal-i tam prensibini, ve onun istiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.
Anayasa'yı en fazla savunan bizleriz
İddianame'de bizim Anayasa'yı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir. Öteden beri arzetmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasa'yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa'yı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasa'nın uygulanmasını isteyen gene bizleriz. Anayasa'yı uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır. Ve yine o kişiler bizim kellemizi istemektedirler. Bile bile iddia makamı bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir.
İdddia makamı bizim vermekte olduğumuz Bağımsızlık Savaşı'na karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na karşı, reformlara karşı ve bu nedenle bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. Çünkü Süleyman Demirel hâlâ ortada gezmektedir. Kudreti yetiyorsa Süleyman Demirel hakkında aynı şekilde dava açsın, onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya alışmışlardır.
Amerika sizin döneminizde ülkeye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız
Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dahil sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye'ye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız. Ve Demokrat Parti iktidarına 10 yıl ses çıkarmadınız. Ta ki 38 yurtsever subay ses çıkarana kadar ve onları devirene kadar. Ve bugün aynı savcılar bu şahıslar hakkında da idam kararı istemektedir. Süleyman Demirel'in Anayasa'yı ihlaline ve despotizmine ve ülkeyi Amerika'ya satmasına ses çıkarılmadı.
Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek zorunda kaldık, bizler kurşunlandık. Ve sonunda idam isteğiyle buraya getirildik
Bizim düşmanımız Amerikan emperyalizmi ve yerli işbirlikçileridir
Dediğim gibi Türkiye'yi bu hale getiren eski yöneticilerin bütün suçları bize yüklenmek istenmektedir. Bütün eski idarecilerin suçu bize yükletilmek istenmektedir.
Türkiye'nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk. Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir. 12 Mart Muhtırası muvaffak olmasaydı bizi itham eden makam onları da aynı şekilde itham ederdi. Buna da kanaatim tamdır. 12 Mart Muhtırası Anayasa'nın uygulanmadığını iddia etmektedir ve parlamentoyu açıkça suçlamaktadır.
Biz strtaejik olarak düşüncelerimizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında olursak olalım bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz. Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak düşüncelerimizi her zaman açıkça ifade ederiz. Bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs gibi bir kastımız bulunsaydı, bunu da burada açıkça söylemekten çekinmezdik. Bizim böyle bir amacımız yoktur.
Bizim düşmanlarımız Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir. Yani emperyalizm ile işbirliği yapan patronlar, feodal mütagallibe yani bezirgânlar, tefeciler. Toprak ağaları ve diğer işbirlikçileri ve bizim bütün eylemlerimiz bu hedefe yönelmiş bulunmaktadır. Bunun dışında başka bir hedefimiz yoktur.
Milyon metrekare vatan toprağı işgal altındayken mili bütünlüğü bozmakla suçlanıyoruz
Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet hakkını, egemenlik ilkelerini, milli bütünlüğünü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır. Kişi güvenliğini ihlal edenler kimlerdir. Bunu evvela tesbit etmemiz lazım. Karakollarda işkence gören bizler olduk. Meydanlarda kurşunlanan yine bizler olduk. Bakanların emriyle hapishanelere atılan bizler olduk. Buna rağmen kişi güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz. Yukarıda anlatılan asıl kişi güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.
Mülkiyet hakkını ortadan kaldıracağımız iddia ediliyor. Bizatihi Anayasa mülkeyet hakkını toplum yararına kısıtlamıştır. Mutlak mülkiyet hakkı tanımamıştır. 50 köye sahip bir toprak ağasını anayasamız kabul etmemiştir. Egemenlik ilkelerine karşı çıkanlar halkın sırtından geçinenlerdir.
Ayrıca milli bütünlüğe karşı çıkmakla da suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç olmaktadır. Milyon metrekare vatan toprağı işgal altındayken bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür.
21 yılın hesabını 21 gençten sormak istiyorlar
Mustafa Kemal sağ olsaydı bugün çok şaşırırdı. İddianame baştan beri sırf kelle istemek maksadıyla hazırlanmıştır. Şeklen de hukuk mantığından mahrumdur. Hukuki kıymet ve değerden mahrumdur. 21 yılın hesabını 21 gençten sormak maksadıyla ve suçluların telaşı içerisinde hazırlanmış bir iddianamedir.
Ben şunu iddia ediyorum ki, hareketimiz tamamen Anayasal bir harekettir. Anayasa'nın başlangıç ilkesinde belirtilen ulusun zulme karşı direnme hakkını kullandık. Bu sebeple Anayasal bir davranışta bulunduk. Yaptıklamızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum.
Türkiye'nin bağımsızlğından başka bir şey istemedim. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armğan etmekten onur duyuyorum. Bu bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz.

Fakirleştiren Büyüme


Türkiye ihracata yönelik büyüyor ve iç pazarının alım gücü yıldan yıla düşüyor...Büyüme hızları falan açıklanan da rakam üzerine harika gibi gözüküyor ama bu dengesiz bir büyüme...Özal geldiğinde de böyle büyümüştü Türkiye, Adnan Menderes geldiğinde de ..sonraki 5-10 yıl içerisinde kriz çıktı...Türkiye gene büyük bir istikrarsızlığa sürükleniyor...Unutmayın 2001 krizinin 5-6 ay öncesinde ''ekonomi harika, enflasyon düşüyor, Türk lirası değeleniyor vb... '' gazetelerde yazıldı...

Sonra da Şubat 2001 krizi çıktı...Gene aynı sahneyi izliyoruz ama bu sefer cari işlemler açığının artması, Türk lirasının Merkez Bankası tarafından baskı altında tutularak ve Merkez Bankasının faizleri yüksek tutmak kaydı ile enflasyonu düşürmek amacı ile, Piyasadan Türk lirasını çekmesi , Türk Lirasını değerli yapıyor... Ama ekonomi şu anda kriz içinde, ancak kağıt üstünde yapılan oyunlar ile ekonomi şahane gösteriliyor...İnanmayan gitsin babasına sorsun ''Baba senin iş durumu nasıl ?'' eminim %80 'inin alacağı cevap şu olacak ''Oğlum/kızım, iş var ama para yok '' İşte bunun sebebi ihracata dayalı Fakirleştiren Büyüme, diğer bir adı, Batılıların Türkiye'yi sömürerek günden güne fakirleştirmesi...İşte AKP hükümeti burada devreye giriyor, ve yerli sermayenin rekabet gücünü düşürmek için adeta bir çaba içinde...Yabancı sermayeye ise her türlü peşkeşi çekiyor...


Fakirleştiren büyüme nasıl oluyor??


24 Ocak 1980 'de Süleyman Demirel'in ekonomiden sorumlu müsteşarı Turgut Özal'ın çıkarığı 24 Ocak kararları ile, Türkiye, 1930 'dan bu yana benimsediği karma ekonomi modelinden vazgeçmiş, Serbest Piyasa ekonomisine dönmüştü...O dönemde Turgu Özal, halka refahı getirdi, araba geldi uçak geldi bilmem ne diye yazılıp çizildi...Ancak Türkiye'nin kronik döviz sorunu yüzünden, ithalatın artması ile dengesiz büyüme aldı başını gitti...Sonra da biz bu açığı kapatabilmek için sürekli kemer sıkmak zorunda kaldık...Gelen yabancı sermaye ile birlikte KARA PARA geldi, ve Türkiye tarihinde görülmemiş mafyatik olaylara ve ekonomik rant vurgunlarına maruz kaldı...Bankerler, derin devlet aldı başını yürüdü...Yıldan yılla artan cari işlemnler açığını ise hükümet, faizleri yükseltip, yabancı parayı buraya çekerek, sıcak para akışı ile geçici olarak Türkiye ekonomisini döndürmeye devam etti...

Ancak o kadar kırılgan hale gelmişti ki ekonomi, en ufak bir siyasi dalgalanmada, ortaya çıkan güvensizlik ile yabancı sermaye parasını alıp kaçıyor, ve Türkiye ekonomisi krize giriyordu..Aynı olay aynı şekilde 94 ve 2001 de görüldü...Ve o olayların sinyalleri bugün gene veriliyor aslında...Peki fakirleştiren büyüme nasıl fakirlerştiriyor?? Olay şu ;Türkiye ihracata dayalı büyüdüğünden, Türk mallarının yurt dışında rekabet gücünün olması gerek..rekabet gücü ise fiyat ile olmaktadır..

Yani kabaca Çin bir malı 5 liraya satarken, Türkiye 7 liraya satarsa, yabancı gidip Çin malını alır..Ancak Türk malı 4 liraya düşerse, yabancı bu sefer Türk malını alır...Geçmişte bu rekabet gücü devalüasyonlarla sağlanmaya çalışıldı...Devalüasyon demek, Türk lirasının değerini yabancı para karşısında ani düşürmek demek...Yani 1 dolar = 1 lira iken bir gecede 1 dolar=5 lira yapmak... Bunu da piyasaya para sürerek yaparlar...Bunu yapa yapa Türk lirası MİLYON lu hanelere geldi...Ayrıca sürekli para basıldığından Enflasyon arttı, %120 gibi kontrol edilemez rakamlara ulaştı 90 lı yıllarda...Türk lirası süğrekli değer kaybetti...Ama 99 da başa gelen DSP döneminde ise, kemer sıkmaya gidildi ve enflasyon önemli oranda düştü...Kriz çıktı ama bu kriz zaten 2 senede olacak olay değildi...Yani bu 90 ların başından bize miras kalan olması kaçınılmaz bir krizdi, 2001 krizi...

Merkez Bankası ise Türk lirasını değerli tutmak için, faizleri yüksek tutarak , Türk Lirasını piyasadan çekmekte ve bu şekilde enflasyonu düşürmektedir...Ancak bu da halkta bir alım gücü düşüklüğü yaratmaktadır...Fakirleşmenin birinci ayağı bu...İkinci ayağı ise, Türk malı'nın rekabet gücü için AKP hükümetinin devam ettirdiği ancak bu devamı daha da coşturduğu, İhracata dayalı büyüme yüzünden, Türk Lirası değerli olduğundan, ihracatçı -zaten iç piyasaya mal satamıyor, alım gücü düşük Türk halkının- malını dışarıda satabilmek için 2 yola başvuruyor... Maliyeti azaltma...Maliyeti azaltmanın 2 yolu vardır.. Ya direkt işçiliği düşürecek, ya da hammadde maliyetini azaltacak..Hammadde zaten ithalat ile geldiğinden (çünkü Türkiyenin yerli sermeyesi yok denecek kadar az) hammadde maliyetini düşüremiyor...Tek çare, işçilik maliyetleriniş düşürmek olarak gözüküyor... Ve işçi çıkartıp, işçi ücretlerini düşürerek bu yola başvuruyor...

Bugünki rekor işsizlik ve fakirliğin ana sebebi budur...Üçüncü ayağı ise, en tehlikelisi...Yani yabancı sermayenin gelişi...Türkiyede yabancı sermaye gelmiyor aslında...Yani yabancı sermaye gelip fabrikasını kurup istihdamını arz etmiyor...Tam tersine gelip karlılığı artırmak için işçi çıkartıyor...Zaten var olan sermayeyi satın alıp, yabancı para getiriyor...Yani bizim Hacı Şakir sabunlarımızı, Palmolive alıyor...Çünkü hükümet buna kolaylık sağlıyor...Yani günden güne Türkiye yerli sermayesini yitiriyor, yabancı sermeye büyüyor...Bu da, Türkiye'de edilen karların, bu markaların yurt dışı hesabına aktarıldığı zamansa, ödemeler dengesini bozuyor ve gene bir cari işlemler açığı veriliyor...Bu açığı kapatmak içinse günden güne küçülüyor... Yani büyüyen yabancı sermaye, Türkiye değil..o büyüme ise sadece kağıt üstünde büyüme olarak kalıyor...işte fakirleştiren büyüme budur...E şimdi, bizim halkımız günden güne fakirleştikten sonra büyüme ne işe yarıyor??? Tam bir ''ayranı yok içmeye, taht-ı revanla gider tuvalete'' durumu yani...Taşıma suyla değirmen dönmez...Bakalım su ne zaman kesilecek ve Türk halkı susuzluktan ölecek...Gidişat bu
(NOT: 2006 yılı yazısıdır, bu sebeple güncellenmemiş bilgiler ve güncel örnekler içermeyebilir)

Atatürk Üzerine


21. y.y ‘da Atatürkçülük


Bugün Türkiye’de her görüşteki kişinin, Atatürk’ü kendi yanına çekmek istediğini, kendi paralelinde göstermeye çalıştığını, çıkış noktaları olarak, Atatürk’ün 6 ilkesi yerine, kendi ideolojik çıkış noktalarını esas olarak aldıklarını biliyoruz.Bu Atatürk’ün ölümüyle birlikte başlayan ve günümüze kadar devam eden bir süreç. Maalesef Atatürk’ün öldüğü andan itibaren Türkiye’de Atatürkçülük saptırılmış ve hala yerine oturtulamamıştır.
Peki Atatürk’ü , bugünün şartlarını da ele alarak nasıl yeniden yorumlayabiliriz? Bunun için Atatürk’ün söz ve tutumlarından daha güvenilir bir çıkış noktası olmasa gerek.
Atatürk’ün islam anlayışı, bugün bazı çevrelerin gösterdiği gibi islam’a karşı değildir.Aksine saf, içerisine hurafe karışmamış islam’ı, milletin bütünleştiricisi olarak görmektedir. Ancak islam dininin, art niyetli kişilerin eline geçtiğinde de, Türkiye’yi geriye, orta çağ karanlığına götüreceğini de bilmekteydi.. Bu sebepten Laiklik ve din ve vicdan hürriyeti anlayışını, devrimleştirerek, Türkiye’yi modernleştirmek için, ümmetçi anlayıştan, milli bir anlayış noktasına getirmişti.
Bazı çevreler yine, dinin siyasallaşması batıda da var, demokrasinin bir gerekliliği dese de,
Atatürk’ün laiklik anlayışında, dinin siyasette hiçbir şekilde yeri yoktu. 21. y.y ‘a oturtacak olursak, bugün İslami veya muhafazakar diye nitelendirilen partilerin oluşumuna engel olurdu. Bunu zaten cumhuriyetin ilk yıllarında çıkardığı, Takrir-i Sükun kanununda görebiliyoruz. O dönemde hilafetçi ve cumhuriyet karşıtı olan, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını, kapatmıştı. Ayrıca kendi yazdığı, ‘’Nutuk’’ adlı eserinde de, rejim ve laiklik karşıtlarını, ‘’Reşim karşıtı çevrelerin, son haince denemeleri’’ başlığı altında kendisi incelemiştir. Şeriatçılığı kaldırarak, yerine laikliği getirip, din ve devlet işlerini birbirinden ayırmıştır.
Şimdi de Atatürk’ün milliyetçiliğini inceleyelim. Atatürk son derece milliyetçi ve vatansever birisi idi. Ancak onun milliyetçiliği, pan-türkizm, ya da turan çizgisinde bir milliyetçilik değildi. Fransız ihtilalinde ortaya çıkan, ‘’ulus’’ kavramındaki bir milliyetçilikti. ‘’Milletle kavmi karıştırıyorlar. Millet siyasi, kavim ise ırksal bir kavramdır’’ ve ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka, Türk Milleti denir.’’ sözlerinden bunu rahatça anlayabiliriz. Ancak şu da bir gerçekki, kendi dönemine kadar hiç yapılmamış geniş çapta bir araştırma yaptırarak, Türk milletinin kökenini inceletmiş ve milli bilincini yitirmiş Osmanlı halkına, Türk milli bilincini aşılamıştır. Ancak bundaki sebep, pan-türkizm değil, ulusal bilincin oluşmasıdır. Zaten turancı bir çizgide kesinlikle olmadığını, ‘’Tüm Türkleri tek bayrak altında toplamak hoş bir düşüncedir ancak gerçekçi değildir. Bu gibi boş hayaller uğruna vatanın ve milletin kaynaklarını israf etmemek gerekir.’’ sözünden de anlayabiliriz. Bu yüzden Atatürk Milliyetçiliği kavramı gelişmiştir ve şu anki anayasamızda Türkiye Cumhuriyeti için, Türk milliyetçisi yerine Atatürk milliyetçisi ifadesi yer alır. Atatürk’ün milliyetçiliği, şöven, ırkçı, turancı, ümmetçi, gerici, ayırıcı, bölücü ve yıkıcı bir milliyetçilik değil; aksine kaynaştırıcı, birleştirici, bütünleştirici, akılcı , gerçekçi, barışçı, hümanist ve çağdaş bir milliyetçilikti.
Atatürk hayatta en gerçek yol gösterici olarak bilimi kabul etmiş, bilimsel ve akılcı düşünceyi, hem kendi yaşamında hem de devlet ve sosyal alanda geçerli kılmıştır.
Atatürk’ün batılılığı ise, Osmanlı’daki tanzimat ve ıslahat batılılığı değil, batıya karşı korumacı , ancak batı ile işbirliği içinde ancak eşit şartlarda bir batılılıktır. Yani ne olursa olsun batının yanında yer almalıyız değil, onları örnek alarak, onlardan daha iyi standartlara ulaşmayı hedeflemeliyiz anlamında bir batıcılıktır. Zaten Atatürk’ün yaşadığı dönemi ele alırsak, o zamanki Avrupa ile şimdiki Avrupa arasında çok fark vardır... O zamanki Avrupa çok karışık , çatışık , değişik ideolojileri benimsemiş devletlerin oluşturduğu, emperyalist bir batı idi. Ancak Atatürk’ün anti-emperyalist olduğunu, ‘’bağımsızlık benim karakterimdir’’ sözünden ötürü biliyoruz.Bu sebeple onun batıcılığı, batının temsil ettiği, ‘’muasır medeniyetler seviyesidir. Ancak batıya tamamen sırt çevirdiğini söylemek te yanlış olur, çünkü Atatürk, eşit ve adil şartlarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslar arası sisteme entegre olmasıdır. Atatürk'ün, Sadabad Paktı gibi anlaşmalarla, uluslar arası işbirliğine ve barışa ne denli önem verdiğini görebiliriz.
Atatürk komünist veya faşist kesinlikle değildi ve bu iki sistemin de karşısındaydı. Ekonomik model olarak ise, liberal-kapitalizmi, serbest piyasa ekonomisini, bir tehdit olarak algılamaktaydı. Zaten Lozan antlaşmasının şartlarında yer alan 7 yıllık serbest ticaret süresi dolar dolmaz, Etatizmi uygulamaya sokmuştu. Etatizm, devletçi bir kapitalizmdi. Devlet’in ekonominin lokomotifi olması gerektiğini, ancak özel sermayenin de bu ekonomik sistemde çok gerekli olduğunu savunuyordu. Dolayısıyla Atatürk’ün devletçiliğinin, sosyalist ve komünist devletçilikle bir ilgisi yoktu. Onun ekonomik anlayışı, müdahaleci, himayeci, planlı ve pragmatik bir devletçilikti. Bir devlet kapitalizmiydi.
Atatürk demokratik sosyalist te değildi, ancak demokratik sosyalizme karşı da değildi, çünkü gerektiği yerde bu sistemi uygulamıştır.
Atatürk, devlet önderliğinde, batı tipi bir burjuva toplumu yaratmak istiyordu. Atatürk’ün gerçek amacı, çok partili demokrasiydi. Zaten Cumhuriyet Halk Fırkası, Türkiye Cumuhriyeti kurulduğunda, tepeden değil, seçimle işbaşına gelmişti. Bu amacını gerçekleştirmek için iki kez çok partili demokrasi denemesine girişmiş, fakat zamanın koşulları nedeni ile bu isteğinde başarılı olamamıştır. Bu nedenle bir geçiş süreci olarak ülkeyi tek parti ile yönetmiştir.
Atatürk, demokratik bir lider olmasına rağmen, aynı zamanda tepeden inmeci ve otoriter bir yönü de vardı. Yani gerektiği yerde, gerektiği gibi davranabilen, bir kalıba bağlı kalmayan bir liderdi. Bazı devrimleri, ‘’halka rağmen, halk için’’ ilkesini uygulayarak zorla gerçekleştirmiştir, çünkü ne pahasına olursa olsun, Türkiye’nin modernleşip bir an önce muasır medeniyetler seviyesine ulaşmasını istiyordu, bu sebeple Türk halkının, bazı devrimleri algılayabilecek ve özümseyebilecek bir seviyede olmadığını biliyordu. Zaten o dönemde devrimleri başka türlü gerçekleştirmesine de olanak yoktu.
Toplumun siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel düzeninde devrimler yapmış, halkı geride bırakan eski kurumları yıkıp, yerine yeni kurumları getirmiştir.

Şimdi de Atatürk’ün görüşlerini bugüne uyarlayalım. Türkiye ne yapmalı? O gün ki emperyalizm yerine bugün küreselleşmeyi görebiliriz. Bu sebeple Türkiye çok hassas bir noktadadır, ayrıca o dönem önemli olan jeostratejik ve jeopolitik önem yanında, birinci dünya savaşında önemli olan ancak ikinci dünya savaşında önemini yitirdikten sonra, ideolojiler çağının sona ermesiyle tekrar önem kazanan jeokültürün yükselişi de eklenmiştir. Ayrıca gene idolojiler çağının kapanmasıyla, soğuk savaşın bitmesiyle birlikte kimlik sorunsalı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin bunlara demokratik çözümler üretmesi lazım. Ayrıca PKK konusunda ise, Atatürk, ne şekilde davranacağını, Şeyh Sait isyanında da göstermiştir. Atatürk, dış politikada her zaman iç dinamiklere dayanarak bir, dış politika anlayışı geliştirmiştir.Milli ekonominin çıkarı için, kapitülasyonları kaldırması ve gümrük duvarlarını koyması, politik açıdan da ‘’yurtta sulh,cihanda sulh’’ sözü de bunu doğrulamaktadır.

Sömürü Üzerine


Hangi Sömürü?


Evet , yeryüzünde sömürünün , çeşitli şekillerde olduğuna inanan birisiyim. Günlük hayattan, tarihe, siyasetten ekonomiye, sosyal yaşantıdan iş hayatına kadar pek çok yerde sömürü var. İnsanın olduğu yerde sömürü de olacaktır, diye belirtmeliyim yazıma başlamadan önce.

Bu bağlamda önce Karl Marx’ın bazı görüşlerine daha sonra da kapitalizmin ve iş hayatının evrimine, ekonomide insan faktöründen makineleşmeye kadar bazı konulara değineceğim.

Ne diyordu Marx? ‘’ Üretimin sürekli alt üst oluşu, tüm toplumsal yapının kesintisiz olarak sarsılışı, sonu gelmeyen bir hareketlilik ve güvensizlik, burjuva çağını daha önceki bütün çağlardan ayırt eder.’’

Daha sonra da, bu önermesinden yola çıkarak, eninde sonunda bu sistemin yıkılacağına olan inancını vurgulamıştır. Peki, bu sistem, o bu sözü söyledikten yüzyıllar sonra bile, yıkıldı mı?
Hayır. Tam tersine girdiği her mücadele ve krizden daha da güçlü çıktı. Ve yıkılan, Troçki’nin de öngördüğü gibi, önce bürokrasi ardından devlet kapitalizmine dönüşen, sosyalizm oldu.

Ancak bu sömürünün bittiği anlamına da gelmez. Fakat , Marx’ın tahlilleri doğru olmakla birlikte, pek çok öngörüsü yanlış çıktı. Evet ortada bir adaletsizlik vardı. Ancak bunun engellenmesi nasıl olacaktı? Sosyalizm, bürokratların, siyasetçilerin halkı sömürdüğü bir düzene dönüşmedi mi?

Amacım, sosyalizmi kötülemek değil. Ancak, amaçla aracı karıştırmamak lazım. Amaç eğer daha adil bir dünya, eşit paylaşım ise, komünizm bir amaç olamaz. Daha eşitçe, hakça ve kardeşçe yaşamanın aracı olabilir. Fakat bu amacı sağlayabildi mi? Kişisel görüşüm, tersine fakirliği artırdığı yönündedir. Ana nedeni ise, insan faktörüdür. Zira, çoğunluk kitle, yeteri bilince ve bilgiye sahip olmadığı zaman, her türlü sistemde, hatta sistemsizlikte bile sömürülebilir. Maalesef sosyal darwinizm , apaçık bir doğru olarak karşımıza çıkıyor bu noktada. Sorun güçlü- güçsüz mücadelesi. Ancak çözüm yolu nedir?

Bugün koskoca bir kıta, Afrika yok oluyor. Ölüme terk ediliyor insanlar. Evet bunun başlıca sebeplerinden birisi, serbest piyasa ekonomisi ve küreselleşmenin yanlış yönetilmesidir.

Marx’a geri dönecek olursak, Ernest Mandel’in kitabında, Marxist ekonomide, sömürü oranı şöyle açıklanır:
a/s+d yani, artı değer/değişmeyen sermaye + değişen sermaye. a/d ise, artı değerin (işçilerin ortaya koyduğu katma değer) değişen sermayeye oranı, yani sömürü oranıdır.

Örneğin, işçinin katma değeri 1 birim, değişen sermaye de 1 birim ise, sömürülme oranı 1 olacaktır. İşçinin katma değeri 2 birim, değişen sermaye 1 birim olursa sömürü oranı 2 birim olacak, yani işçi daha çok sömürülecektir.

Bugün, 20. y.y da çeşitli sınıf mücadelelerinden sonra, dünyada varlığını tamamen hissettiren kapitalizmin durumunu inceleyecek olursak, çevre ülkelerde değil ancak gelişmiş merkez ülkelerde, sömürü oranını incelemek lazım gelir.

Büyük şirketlerin sermayeleri bu ülkelerde devasadır ve istihdam edilen işçi sayısı da büyüktür. O halde, bu oranları yerine koyacak olursak (her şirket için değişiktir tabi ki) ancak bir X çok uluslu şirketini ele alalım ve değişken sermayesi sembolik olarak, 1.000.000 $ olsun ve çalıştırılan işçi sayısı, 1000 olsun. İşçilerin kattığı, artı değeri de işçi başına 1 olarak düşünelim ve 1x1000= 1000 olsun.

Buna göre formülümüz olan, a/d ye, değişkenlerimizi yerleştirirsek, 1000/1.000.000 dan, sömürü oranımız 1/1000 çıkar. Bu formüle göre sermaye ne kadar büyüyorsa, sömürü oranı o denli azalıyordur. Yani kapitalizm, sürekli büyüyen sermaye ile, Marx’ın öngördüğü formülde kendisini çelişkiye düşürmüştür. Sömürü oranını azaltmıştır.

Bir diğer çelişkisi ise, makineleşmenin, sömürüyü artıracağı öngörüsüdür. Makineleşme, hem işçi sayısını azaltır hem de işçilerin kattığı artı değeri düşürür. Şöyle ki, yeni teknoloji ile, 5 işçinin yapabileceği işi yapabilen bir üretim enstrümanı düşünelim. Böylece hem işçi sayısı hem de kattıkları artı değer 5 kat azalacaktır. Yani 1000 olan işçi sayısı, 200 olacak, bu işçilerin kattığı artı değer ise 1 değil, 1/5 olacaktır. Toplamda ise a değişkeni, 200x 1/5 ten 40 olacaktır. Sermayeyi gene 1.000.000 $ olarak kabul edecek olursak, 40/ 1.000.000 =0.00004 olacaktır. Yani makineleşme de, bu kaba ve basit sayısal verilere göre, objektif olarak bakıldığında sömürüyü azaltmaktadır.

Yani, bu formüle göre işçi ne kadar az meta üretir ve artı değer buna bağlı olarak düşük olursa, sömürü de azalacaktır. O halde makineleşme, Marxist ekonominin bu formülüne göre sömürüyü azaltır.

Diğer değişkenleri de inceleyebiliriz, sonuçta dünyada ele alınması gereken, bilebileceğimiz veya bilemeyebileceğimiz o kadar konu var ki biz sadece, çölde bir kum tanesini ele aldık.

Ancak, bu verdiğimiz örnek, dünyada sömürünün olmadığını ispatlar mı? Bana kalırsa hayır. Bu bence, sadece sorunun sınıfsal bir sorun olmadığını ortaya koyar. Ya da bazı sınıflar varsa da bu sorun burjuvazi-proleterya arası bir sorun olmaktan çıkmıştır. Eğer feodal sosyalizm ya da küçük burjuva sosyalizmini ele alacak olursak, Marx belki haklıdır diyebiliriz. Ancak dünyanın bugün ki düzeninde, bunu dememiz yukarıdaki ispata göre olanaksızdır.

Ayrıca, özellikle 1929 büyük buhranı ve ardından uygulanan Keynezyen ekonomi ve maliye politikaları ile, bu oranlar daha da azaltılmıştır. Ancak 70’lerin ortasında ortaya çıkan, Sömürgeciliğin torunu , emperyalizmin oğlu küreselleşme ( bugünkü uygulanış şekliyle) bu sürece balta vurmakta ve sömürüyü artırmaktadır. Ancak küreselleşmeyi de bir kenara atamayız, çünkü avantajlarını da göz önüne almak lazım, ancak bu başka bir yazının konusudur, ve başlı başına bir tartışma konudur.Konuyu bulandırmamak amacıyla, buna başka bir yazımda yer vermek için, şimdilik küreselleşmeyi rafa kaldırıyorum.

ABD ve gelişmekte olan ülkelerde, sendikalaşma faaliyetleri yok edilmeye çalışılmakta, gelir dağılımı adaletsizliği artırılmaktadır. Bunun da en büyük sonucu işsizliktir. Çünkü Marx’ın doğru öngörüleri de var, rekabet bir dezavantaj olarak sosyal yıkımı işsizliği beraberinde getirmektedir. Ancak hala çözülemeyen ikilemlerine rağmen bu sistem, sonuç olarak Marxizme üstünlük kurmuştur.

Ayrıca, kapitalizm de, 18. y.y’lın sanayi kapitalizmi değildir. Çok değişmiştir. 30-70 arası evcilleştirilmiştir. Toplumsal refahı , rahat yaşam ve adil gelir dağılımını hissettirmiştir. Şirketlerin uyguladıkları (her şirketin olmasa da) refah artırıcı ve çalışanları mağdur etmeyecek insan kaynakları politikaları da vardır.

Ayrıca artık gelişmiş ülkeler, şirket sermayelerinin , çok büyüyüp kişilerin kontrolünden çıkmasıyla birlikte, kapitalizm, yavaş yavaş meritokrasiye dönüşmektedir.

Meritokrasi, ‘’yönetim erkinin, yetenek ve kişilerin bireysel üstünlüğüne dayandığı yönetim biçimi.
Bu yönetim şeklinde idare erki, üstün özellikleri olduğu düşünülen kişiler arasında paylaştırılmaktadır. Osmanlı Devleti'ndeki Devşirme sistemi buna örnek gösterilebilir
‘’
(kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Meritokrasi )

Bu da sömürüyü azaltan bir diğer faktördür.

Şirket-sömürü ilişkisine geri dönecek olursak, bu süreç Fordizmle birlikte başladı ve apaçık, sömürü oranını azaltmaktadır. (getirdiği bazı sosyal sorunlar olabilir, örneğin insanın yabancılaşması, Durkheim’ın da öngördüğü gibi sosyal bozulmalar ve manevi eksiklikler) ancak bu da şu anda konumuzun dışındadır.

Peki o halde sömürü nerededir?

Sömürü artık , sınıfsal bir sorun olmaktan çıkıp, uluslar arası bir sorun haline gelmiştir. Bunun sebebi küreselleşme gibi gözükse de günümüzde ,aslında küreselleşmenin, yanlış yönetilmesinden kaynaklanmaktadır. Dediğim gibi her olayı, avantaj/dezavantaj oranına göre ele almak gerekir.

Sonuç olarak, sömürü olgusu, tarihin başından beri var olmuş ise de ( antik yunanda yönetenlerin sömürüsü, Sümerlerde din adamlarının sömürüsü, orta çağda kilisenin sömürüsünden, modern çağda burjuvazinin sömürüsüne , post modern çağda maneviyat tüccarlarının doğu felsefelerini kullanarak manevi yoksunluk çeken arayış içersinde olan insanları sömürüsüne kadar) –sonsuz örnek verilebilir- bir şekilde, bir süreç içerisinde hem kendi kendini yok eden, hem de kendine yeni çıkar yollar arayan bir organik yapıdır.

Sömürüye karşı en büyük savaş ise, doğru tahlil, tam bağımsızlık (hem bireysel hem ulusal düzeyde) ve doğru öngörülerle olabilir ancak.

Anlamak


Vurdum mu kızartmalıyım orayı. Bruce Dickinson bağırırken, ağzından fışkıran tükürükler olmalıyım. Ve brunch partisi sonrası golf oynayanların suratlarına tokat gibi yapışmalıyım bir tükürük olarak.
Master of Puppets’ın solosu olmalıyım ben. Her şeyi içermeliyim. Aşkı, nefreti, sonra hem aşık olup hem nefret etmeyi içermeliyim. Ne onla ne de onsuz gibi değil, bu fakir fukara edebiyatı olur. Ama koydum mu oturtmalıyım. Evet ben böyle olmalıyım.
Haksızlıklara isyan, isyanlara söz, sözlere dize, dizelere şiir, şiirlere şair olmalıyım. Evet, bu olmalıyım kesinlikle.
Çarptım mı kıyılara, yazılan sahte aşk isimlerini silmeliyim. Saçma sapan, yazmak için yazılmış romantik, kadın dergilerinden çıkma lafları silen silgi olmalıyım. Kurşun kalemleri sivrilten kalemtraş olmalıyım. Göstermeliyim onlara nasıl yazabileceklerini ve köreldiklerinde hiç bıkmadan usanmadan, traşlamalıyım onları.
Bruce Dickinson’ın ağzından , tükürükler olmalıyım. Dinleyenlerin yüzüne yapışmalıyım. Doğru düzgün dinleyin şu adamı be! Söylediği bir şeyler var.
Islattığımda yüzleri kızarmalı. Vurdum mu kızartmalıyım orayı. İğrenç olmalıyım, çirkin olmalıyım, tiksindirmeliyim bakanları. İnsan olduklarına şükrettirmeliyim. İnsan olun biraz!
Kuklaların efendisini göstermeliyim onlara. Kukla olmamaları gerektiğini göstermeliyim. Onuru öğretmeliyim onlara. Ölümün sürüngenlikten iyi olduğunu, sürüngenliğinse insan olmaktan daha onurlu olduğunu, bana bakınca anlamalılar.
Anlamalılar ki, bu iş bu şekilde bir yere varmayacak ya da vardığında çok geç olacak. Anlamalılar artık.
Sizi kuşattığı vakit karanlık, çok cesur olabilirsiniz. Ama aynı cesareti karanlığa girmek için gösteremezsiniz. Onlara dimdik durmayı öğretmeliyim. Sizler isimsiz kahramanlar olacaksınız, isimleriniz yok ama hepiniz o an geldiğinde birsiniz demeliyim. Bunu anlamalılar artık.
Yoksa bu iş bir yere vardığında çok geç olacak.

Seçilmişler


Çay bardağında dudak payı mutluluklar yaşayan insanlara şahit olmuşumdur hep. Elma şekerleri ellerinden alınan çocuklar gibi, boğazlarında düğümlenen o yumrukları, kimse unutamaz herhalde. Hatta, kin bile tutarlar. Ancak kin tutuşları bile, gene bencilcedir. Umarsızca sağa sola saldırırlar akabinde. Çünkü onlar haksızlığa uğramışlardır, onlar bencil insanların kurbanları olmuşlardır. Hayat onlara zordur, hatta hayat onlara zindandır ki, çıkacak yol bulamazlar da her seferinde minik törpülerle , kalın kalın demirleri kırmaya çalışırlar, paralarına göz koyan kalantorlara ders vermek istercesine.
Her seferinde, artık aynı hataya düşmeyeceklerine dair ant içerler, dimdik ayakta dururlar, ama sahile vuran her cılız dalga, yaptıkları kumdan kaleleri yıkar. Her seferinde söylenirler, kendilerini anlatmaya çalışırlar, ancak onları anlayacak kimse yoktur. Çünkü onlar aslında özeldirler, fakat istiridyelerini keşfedip, içlerindeki inciyi onları acıtmadan çıkaracak doğru insanlara daha rastlayamamışlardır henüz.
Öylece köşede beklerler sürekli haksızlığa uğramanın verdiği ümitsizlikle. Ve bu ümitsizliğin verdiği acıdan kurtulmanın doğurduğu, gaipten gelen umutlarla. O görünmez âleme inanırlar da hep o âleme inanmanın verdiği haklılıkla, göremezler ayaklarının ucunun hangi yöne baktığını.
Kim bilir var oluştan bu yana, kimler, neler neler düşündü. Küfredenler, pişman olanlar, hiç bırakmamacasına sarılanlar, ağlayanlar…
Aklı selim diyemeyeceğim filozoflardan birinin onlara sunduğu yazgılarını kabullenme sözleşmesini kabul etmezler ama nedense sürekli bu kişiye hayranlık besleyip onu taklit etmeye çalışırlar. ‘’Neden acaba?’’ diye sormuşumdur hep kendime.
Çünkü onlar güçlüdür ve onlar büyük sırlara erişmişlerdir ve kendi kendilerine yaptıkları kulelerden insanları küçümserlerken, başları döner düşerler her defasında. Asla inmezler o kulelerden. Sürekli birilerinin o kuleye tırmanmasını beklerler.
Hem yazgılarını kabullenmezler, hem de değiştirmek için pek bir şey yapmazlar. Yorgundurlar çünkü. Yorgundurlar, çünkü onlar her şeyi çözmüşlerdir. Artık tek yapılması gereken şey beklemektir.
Adım atmadan yürümek isterler. İstiridyelerinin içinde çürürler. Onlar o kadar değerliyken, bir de çıkıp etrafa göz atacak halleri yok ya! Hem zaten bu alabildiğine engin güruh onları anlayamaz ki! Çünkü onlar öyle bir seviyededirler ki, yalnızca zekalarıyla olmadığını kanıtladıkları dinlerde onlara dile getirilen ama inanmadıkları, daha sonradan üstün bir bilgi ürünü olan kişisel İsa’ları onları çekip çıkarabilir bu yorgunluk ve anlamışlığın içinden.
Bu insanlara eminim siz de rastlamışsınızdır. Belki de onlardan birisinizdir. Belki de öyle olduğunuz halde kendinize itiraf edemiyor, ‘’yo, yo ben böyle değilim ki, hem ben gerçekten mağdurum’’ diyorsunuzdur.
İnsanlar arasındaki bu ön yargı, bu kullanılmayan, bakımsızlıktan yosun tutmuş tahtaları eksik köprüleri olan, yanılma payıyla birlikte birkaç metre olan o vadiler… Ah pardon, onlar yanılmazlar. Çünkü onlar ermişlerdir, öğrenmişlerdir, anlatmışlardır, anlatmaktan yorulmuşlardır… Zerdüşttür onlar, aşağıya inip , altın kaselerinden kutsal sularını, bu cahillerin üstüne serpmeleri gereklidir. Ama zatıalilerinin buna ayıracak zamanları yoktur. Onların artık boşa zaman geçirme lüksü yoktur.
Aklınıza gelen şu düşünceye pranga vurun : ‘’Peki niye kendilerini anlatmıyorlar? Neden güvenmiyorlar?’’. Yo, dediğim gibi pranga vurun, sandığa gömün bu düşünceyi. Bu düşünce yasak bir sorgulamadır. Çünkü insanların, onlar anlatmadan da onları anlamaları lazım. Ee, her şeyi onların yapacak hali yok ya! Köşelerinde beklerler ve bilgeliklerinden nasibini alacak insanları beklerler. Ancak onları anlamak da yetmez, aynı zamanda onları tatmin etmeli, onları mutlu etmeli, onlara huzur vermeli, onlarla birlikte yaşamın ardındaki gizin peşinden gitmeli ve onların kuyularına siz de inmelisiniz. Ancak bu şekilde, hepinizin tekamülü ifa edilebilir ve içinizdeki o tabletlerde yazan dengeyi bulabilirsiniz.

Sürekli haksızlıklara uğramalarından tanırsınız onları. Yüzlerinde bu ifade belirgindir, görmemenize imkan yok. Hatta bu familya çoğunluk bile olabilir. Çünkü onları mutsuz eden gözü doymaz bir azınlık vardır zaten. Bu sebeple ikinci bir azınlığa gerek yoktur. Hep bunlardır haksızlığa, hayasızlığa uğrayanlar. Peki ama çok sevilen bir şairin sorduğu gibi;
Kimimiz Ahmet Bey, Kimimiz Ahmet Efendi; Ya Ahmet Ağayla Ahmet Beyfendi?...
Mütemadiyen içinde bulundukları sisteme saydırır dururlar ve sistemden kendilerini soyutlayıp çocukken hayalini kurdukları o gökkuşağı renklerinde bohem hayatlarını yaşamaya çalışırlar, sistemin bütün nimetlerinden faydalanmayı ihmal etmeden. Ve kendi elitler kulübünde temerküz ederler periyodik aralıklarla ve birbirlerini över dururlar. Hatta , birbirleri arasında bile, yarışa girerler, çekememezlik yaparlar. Dedikodunun, kuyu kazmanın bini bir para. Bu kulüpte bile aradıklarını bulamazlar, çünkü kendileri o kadar mükemmeldir ki ancak Truvalı Paris gibi bir aşık mutlu edebilir onları.
Dedim ya, onlar ermişlerdir. Kendilerini size anlatmama lüksleri de olsun artık. Birazcık da tatlı sert ukalalık taslasınlar size. Ne çıkar? Onlar elittir, eleştirmeyin sakın onları. Tanrı’nın özel yazgılar yazdığı, eşsiz insanlardır onlar. Sizin onları, onlar anlatmadan anlamanız lazım. Hatta Tanrı’dan da güçlülerdir bunlardan bazıları. Tanrıyı öldürmüşler, ve kendi kaderlerini tayin edebilecek duruma gelmişlerdir.

Ancak ne hikmetse, mutsuzdurlar…