13 Mayıs 2009 Çarşamba

AŞK ÜZERİNE İKİ FARKLI GÖRÜŞ VE AZALAN MARJİNAL FAYDA


Zor bir dönemdeyiz dostlarım. 19. yüzyıldaki gibi gizli bir çatışma içinde insanlık. Romantizm ile realizm arasındaki bir çatışma.
Bir yanda günlük hayat. İhtiyaçlarımız, egolarımız, hırslarımız, bilim, para, sorumluluklarımız.
Diğer yanda ise içsel hayatımız. Duygularımız, hayallerimiz, sanat ve bedenimizden taşmak isteyen ruhumuz.
Aşk konusu da bu çekişmeden nasibini almaktadır haliyle.Bilinç realizm ise, romantizmi bilinçaltımız olarak addedebilriz elbette. Yoksulluk ve yoksunluk çeken ülkelerde, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk iki basamağını ifa etmeye yönelik çabalar ağırlık kazanmaktadır.
Daha gelişmiş ülkelerde ise, son iki basamağı gerçekleştirmeye yönelik çaba artar. Ancak ortaya çıkan ilginç bir durum var. En tepeye ulaşan insanların elde ettikleri doyumla, sonradan daha basit ve manevi yönden tatmin edici bir hayat tarzına yönelme eğilimlerini görmekteyiz.

Şu halde aşk bir ihtiyaç ise eğer, önce ihtiyacı tanımlayıp, sonra romantizm ve realizm ve aynı zamanda spiritüalist ve pozitivist bakış açılarından, bir karşılaştırmasını yapalım.

Genel anlamıyla ihtiyaç, karşılandığı zaman haz hissi , karşılanmayınca üzüntü hissi yaratan bir olgudur. Şimdi içinde bulunduğumuz modern dünyanın, materyalist ve pozitivist açısına göre aşkın çerçevesini çizmeye çalışalım.
Ekonomi biliminde ihtiyaç sözü sıkça geçer. Biz ekonomideki kanunları, sosyal hayatımız ve aşk için de uygulayabilir miyiz? Görelim…
Bildiğimiz gibi, ihtiyaç olgusundan, talep doğar. Talebi de arz karşılar. Arz ile talep eşit olmadığı zamanda ise, aradaki açıklık ve diğer bazı faktörlere bağlı olarak, belirli biz zaman sonra kriz ortaya çıkar.
Şimdi sevme ve sevilme ihtiyacı olan birisinin, bunu talep etmesi kaçınılmaz olacaktır. Ki zaten işleyiş de böyledir. Bu sevme ve sevilme talebine kısaca aşk diyelim. Aşk talebi karşılanmayan kişi, bir süre sonra yoksunluk çekmeye başlayacaktır doğal olarak. Bu da kendi iç dünyasında bir krize neden olacaktır. Aynı şekilde , tersi durumda arz fazla olup talep az olursa, bu sefer de kişi aşırı doymuşluk hissi yaşayacak ve aşkını harcama değil, ama aşkını tasarruf yoluna gidecektir. Bu sefer de, karşılıklı aşk ilişkisi içersinde bulunduğu kişi ile arasında bir kriz çıkacaktır.
Çeşitli faktörlerin temerküz etmesiyle oluşan iktisada, bir faktörü (o kadar önemli ki) ilave etmezseniz, her şey anlamsız kalır. O da azalan verimler kanunudur. Ya da azalan ihtiyaçlar teorisi diyebiliriz.
Bu teoride, kişiler ihtiyaçlarını karşıladıkça, üst limit olan doyma noktasına yaklaşırlar ve o doyma noktasına yaklaştıklarında, artık söz konusu ihtiyacı, birim zaman için ortadan kalkar ve doyma noktasında artık x eksenine paralel bir seyir izler. Yani o doyma noktasından sonra ihtiyacının karşılanması bir şey ifade etmez, bir fayda sağlamaz kişiye. Azalan verimler kanununa şöyle bir örnek vererek açıklama getirelim.
Hepimiz aç olduğumuzda yemek gözümüze daha bir güzel gözükür değil mi? Diyelim ki birkaç gün yemek yemedikten sonra yemek masasına oturduk. Aç olduğumuz için, son derece saldırgan bir şekilde yemek yemeye başlarız. Bu noktada azalan verimler kanununun eğrisi 90 dereceye yakın bir açı ile yukarı doğru seyreder.
Yemek yemeye başladıktan 15-20 dakika sonra ise yavaş yavaş doymaya başladığımızı hissederiz, daha yavaş yemeye başlarız ve yemek gözümüze eskisi kadar çekici gelmez. Bu sefer, azalan verimler kanununun eğrisi, 45 dereceden daha düşük bir açıyla seyretmeye başlar. Nihayetinde, doyma noktasına ulaştığımızda ise azalan verimler kanunu eğrisi, 0 derecelik açıyla, zaman eksenine paralel bir seyir izler ve yemeyi keseriz. Çünkü doymuşuzdur.
Aynı şeyi sevme-sevilme ihtiyacı için düşünelim. Bu sefer birimimiz yemek değil aşk olsun ve yukarıda anlattıklarımın aynısını , aşk için düşünün. İşte size ‘’aşkın ömrü iki yıldır’’ sözünün açıklaması.
Fakat bu söz tam olarak doğru değildir, çünkü bu ihtiyaç karşılanmaya devam etmezse, azalan verimler kanunu eğrisi bu sefer y eksenine 45 dereceden düşük, sonra x+1 zaman birimi içinde 90 derece ile 45 derece arasında bir seyir ile aşağı doğru gider. Tıpkı besin açlığı gibi, nasıl belirli periyodlarla yemek zorundaysak, aşk ihtiyacımızı da bu belirli periyod aralıklarında gidermek durumundayızdır. Tabi ihtiyacın boyutu, kişiden kişiye göre değişir.
Bir başka bilim dalı olan biyokimya ile ilgilenen birisi, yukarıda anlattığımın aynısını, hormonlarla açıklayabilir.
İşte modern dünyada ,bize sunulan aşk anlayışı budur. Tabi ki bu kapitalizm ve pozitivizm ile doğrudan bir korelasyon içindedir ve baktığımızda, ekonomik ve bilimsel yönden önde olan batı ülkelerinde de, durum bu şekilde işlemektedir. Birisini bul, aşk ihtiyacını gider, ayrıl. Sonra aşk ihtiyacın artmaya başladığında, başka birisini bul onunla ihtiyacını gider ve gene ayrıl. Diğer faktörleri (üreme içgüdüsü, tasarruf için evlenme ihtiyacı) dışarıda bırakıp sadece aşkı düşündüğümüzde, durum böyledir.

Romantizm ise, bu realist görüşün tam tersidir. Onlara göre aşk, soyut bir şeydir ve her şeye aşık olunabilir. Özellikle de doğa. Zaten baktığımızda, herkesten daha farklı olarak yaşayan kesimin (ister entel deyin, ister marjinal ister başka bir ad takın) bu genel örneklem dışında kalıp, belirli oranlarda sapmalarla kendi romantik hayatlarını yaşadıklarını göreceksiniz.
Aşkı realist görüş gibi bir ihtiyaç ve karşılanabilir bir nesne olarak değil, insanın duygusallığı gereği kutsal bir fenomen olarak görürler. Onu açıklamaya kalkışmazlar, olduğu gibi yaşarlar. Zaten romantizm zamanında, hızla ivme kazanan bir trend olan realizme karlı tepki olarak doğmuştur. Sosyal hayatta da pozitivizme (olguculuk) veya materyalizm (maddecilik) ‘e karşı, dinsellik, maneviyatçılık veya idealizmin (düşünsellik) ortaya çıktığı görülür.
68 isyanlarını, hippi hareketlerini ve post-modern görüşlerle birlikte patlama yaşayan, dinselliğe veya maneviyata olan eğilimi hatırlayınız.
İşte hangi perspektiften bakarsanız olgulara, onları o şekilde görürsünüz.(sadece aşka değil, bütün hayata dair) İnsanların arasındaki fikir ayrılıkları da, kendi içselliklerinde oluşturdukları bu bakış açılarına (ideolojileri) dayanan, bazen çelişkili (veya ironik, zaten çelişki diyalektiğin ve ironinin olmazsa olmazıdır) bazen tutarlı olarak gerçekleşen düşün dünyalarının ayrım ve çıkmazları sonucu oluşur.
Bu yüzden de, günümüzde bize sunulan dünyada, kendi yücelttikleri aşkı bulamayan insanların alternatif yollara yönelimi ve yazdıkları yazılarda, günlük konuşmalarında, yalnız kaldıkları zaman düşüncelerinde isyan noktasına vardıran, aşk üzerine bir iki kelam etme ihtiyaçları da buradan doğmaktadır.

( Resimdeki grafikte, azalan marjinal fayda grafiğinde ne demek istediğim daha kolay anlaşılabilir. D, doyma noktası, x zaman y ise ihtiyaçtır. Eğri ise, zamanla karşılanan aşk ihtiyacını göstermektedir.)

1 Mayıs 2009 Cuma

Bilgi ve Aydın Kirliliği -2 (Atatürk)


Dün gece CNN Türk’te Çok Farklı programını izliyordum. Bir solist, iki de köşe yazarı vardı konuk olarak. Öz ve anlamlı bir kolaj olmuş konuk seçimi, zira bir muhafazakar, bir liberal bir de sosyalist görüşten konuklar seçilmişti. Yazarların eski yazılarından, güncel pek çok olaya kadar bu insanların, dolayısıyla temsil ettikleri ideolojilerin görüşleri alındı bir bir. Gecenin sonuna gelindiğinde ise, Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili bir bant izletildi ve daha sonra bu kişilerin, Atatürk’le ilgili görüşleri alındı. Bu safhada, konuklardan ikisinin söyledikleri kafama takıldı.

Öncelikle Yeni Şafak gazetesine mensup olan konuk, Atatürk’ün tabulaştırıldığını, Anıtkabir’in de bir türbe haline getirildiğini söyledi. Atatürkçü insanlar, bu kesimden, 90’lardan beri maalesef ‘’Atatürk’ün putlarına tapıyorlar. Anıtkabir’i türbeye çevirdiler.’’ Gibi eleştirilere artık kamu oyu alıştı. Sürekli söylene söylene, artık normal bir durummuş ve bir gerçeklikmiş gibi , önümüze bu söylemler konulmaya başlandı.
Bu tip söylemleri duydukça, şüphesiz ki konuda etkin bir bilgi birikimine sahip insanlar, yarı acıma yarı öfke duygularını içlerinde hissediyorlar, neşredilen bu asılsız görüşlere karşı. Mezar ziyaret etmek ile, türbeye çevirmek arasında bir fark yok mu? Saygı duruşunda bulunmak ibadet midir? Atatürkçü insanlar sanki Atatürk’ü tanrı olarak mı görüyorlar? Bu söylemler filhakika, gerçek Atatürkçü ve aynı zamanda da Müslüman olan insanları, ziyadesiyle rencide ve rahatsız etmektedir.
Kabul, her ideoloji veya hayat felsefesi gibi, Kemalizmi abartılı yaşayanlar, sürekli sanki Atatürk dine karşıymışçasına , Atatürk’ü referans alarak dini hedef alan kişiler var. Bu kesim, hem Atatürk hem de İslam konularında bilgisizlerdir. Bilgisizce konuşmak şüphesiz hoşgörülebilir bir şey değil.
Ancak dün gece şahit olduklarım da hoşgörülebilir şeyler değil. Bu anlayış ‘’!0 Mayıs’ta sap gibi ayakta durmaya gerek yok!’’ anlayışıdır ve maalesef, 19. y.y.’dan beridir devam eden, dini siyasete alet eden bazı kompradorların ardıllarıdır. Ehemmiyet gösterilmemesi gerekir, fakat ne yazık ki, bu durum pek de iyileşmiyor. ‘’Yaban’’ adlı kitapta hatırlayınız, bir köylünün eski subaya verdiği ‘’Biz müslümanız, senin Türk dediklerin şu tepelerin ötesinde yaşar’’ ifadesi, böyle bir ayrımcılığı, talihsiz ve suni bir kamplaşmayı gözler önüne seren bir donedir. Bunda şüphesiz, aydınların bu halk için pek bir şey yapmamaları, dişe dokunur konularda yazan, araştıran kişilerin azlığı, en büyük etkendir.
Kemalizmi ‘’elit’’ bir topluluğa dönüştürerek, -ki gerçek Kemalizmle uzaktan yakından alakası olmayan- Atatürk’ü ve Atatürkçülüğün topluma yabancılaşmasına yol açan güruhun, mutlak ve olumsuz bir etkisi vardır. Bu, şüphesiz düzeltilmesi gereken bir durumdur. Tıpkı yozlaştırılan dinin , özüne dönüşüne ihtiyaç duyulduğu gibi, yozlaştırılan Atatürkçülüğün de, özüne döndürülmesi gerekmektedir.

Gözüme çarpan ikinci bir husus ise, Vatan gazetesine mensup köşe yazarının söyledikleriydi. Bu zat-ı muhterem de buyuruyor ki; Can Dündar’ın yaptığı ‘’Mustafa’’ filmine kadar, doğru düzgün araştırma yapılmamış, doğru düzgün film çekilmemiş. Bu sebeple Türkiye Atatürk’ü tanımıyormuş. Hatta hatta, Kurtuluş Savaşı’nı bile ‘’Mustafa’’ filminden öğrenmiş... Bu yazar kişi , ’’ İlkokulu’’ nerede okumuş, merak ediyorum doğrusu.
Hanımefendi, siz şimdiye kadar Atatürk’ü öğrenemedinizse, bunda yazarların, yapımcıların suçu ne?
Öyle çok aramanıza da gerek yok. Herhangi bir kitapçıya veya cd dükkanına gitseniz, kolaylıkla Atatürk ile ilgili pek çok belgesel de, kitap ta bulursunuz. Tolga Örnek, Turgut Özakman, Hulki Cevizoğlu, Dietrich Gronau, Asım Aslan, Hasan Ali Yücel, Atilla İlhan, Şevket Süreyya Aydemir isimleri size hiç mi bir şey ifade etmiyor? Mustafa filminden, çok daha sağlam referansları olan, bu konuda Can Dündar’dan çok daha bilgili kişilerce üretilmiş görsel ve yazılı kaynakları, hiç mi okumadınız? Ama yok, bu endüstride illa hafif ve pop yapıtlar prim yapıyor ne yazık ki. Üstelik siz yazarsınız, nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz?
Haydi bu insanları geçtim, NUTUK adlı kitabı bile okumadınız mı? Hatta Nutuk’un filmi de yapıldı belgesel olarak. Bütün bunlar varken, kalkıp da ‘’Mustafa filmine kadar, Atatürk hakkında doğru düzgün araştırma yapılmadı’’ demek akıl kârı mı?

Eğer dediğiniz biyografi anlamında ise kitap olarak zaten çok sayıda mevcut. Tamam, Atatürk’ün tüm yönlerini öğrenelim, öğrenmekten zarar gelmez. Ancak böyle bir anlayışı, onun fikirlerinden çok özel hayatını öğrenme noktasına getirdiğiniz zaman, bu bir tehlikeye delalet eder. Artık iş , magazinsel bir hale gelmeye başlar, ki magazin kültürü bir aydının şiddetle karşısında durması gereken bir olgudur.

Mustafa Kemal Atatürk, kendisi demiyor mu, ‘’ BENİ TANIMAK YÜZÜMÜ GÖRMEK DEMEK DEĞİLDİR, BENİ TANIMAK FİKİRLERİMİ, İLKELERİMİ, İNKLAPLARIMI ANLAMAKTIR.’’ diye?

Sözün kısassı dostlarım, televizyon yapımcılarının konuk, gazetelerin yazar seçerken, daha dikkatli ve seçici davranmaları elzemdir. Yoksa millet bu tür köşe yazarlarının önderliğinde, ‘’Aya bakmak yerine, ayı gösteren parmağa dikkat etmeye’’ devam eder, bir arpa boyu da yol alamaz.

Sevgilerimle