13 Mayıs 2009 Çarşamba

AŞK ÜZERİNE İKİ FARKLI GÖRÜŞ VE AZALAN MARJİNAL FAYDA


Zor bir dönemdeyiz dostlarım. 19. yüzyıldaki gibi gizli bir çatışma içinde insanlık. Romantizm ile realizm arasındaki bir çatışma.
Bir yanda günlük hayat. İhtiyaçlarımız, egolarımız, hırslarımız, bilim, para, sorumluluklarımız.
Diğer yanda ise içsel hayatımız. Duygularımız, hayallerimiz, sanat ve bedenimizden taşmak isteyen ruhumuz.
Aşk konusu da bu çekişmeden nasibini almaktadır haliyle.Bilinç realizm ise, romantizmi bilinçaltımız olarak addedebilriz elbette. Yoksulluk ve yoksunluk çeken ülkelerde, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk iki basamağını ifa etmeye yönelik çabalar ağırlık kazanmaktadır.
Daha gelişmiş ülkelerde ise, son iki basamağı gerçekleştirmeye yönelik çaba artar. Ancak ortaya çıkan ilginç bir durum var. En tepeye ulaşan insanların elde ettikleri doyumla, sonradan daha basit ve manevi yönden tatmin edici bir hayat tarzına yönelme eğilimlerini görmekteyiz.

Şu halde aşk bir ihtiyaç ise eğer, önce ihtiyacı tanımlayıp, sonra romantizm ve realizm ve aynı zamanda spiritüalist ve pozitivist bakış açılarından, bir karşılaştırmasını yapalım.

Genel anlamıyla ihtiyaç, karşılandığı zaman haz hissi , karşılanmayınca üzüntü hissi yaratan bir olgudur. Şimdi içinde bulunduğumuz modern dünyanın, materyalist ve pozitivist açısına göre aşkın çerçevesini çizmeye çalışalım.
Ekonomi biliminde ihtiyaç sözü sıkça geçer. Biz ekonomideki kanunları, sosyal hayatımız ve aşk için de uygulayabilir miyiz? Görelim…
Bildiğimiz gibi, ihtiyaç olgusundan, talep doğar. Talebi de arz karşılar. Arz ile talep eşit olmadığı zamanda ise, aradaki açıklık ve diğer bazı faktörlere bağlı olarak, belirli biz zaman sonra kriz ortaya çıkar.
Şimdi sevme ve sevilme ihtiyacı olan birisinin, bunu talep etmesi kaçınılmaz olacaktır. Ki zaten işleyiş de böyledir. Bu sevme ve sevilme talebine kısaca aşk diyelim. Aşk talebi karşılanmayan kişi, bir süre sonra yoksunluk çekmeye başlayacaktır doğal olarak. Bu da kendi iç dünyasında bir krize neden olacaktır. Aynı şekilde , tersi durumda arz fazla olup talep az olursa, bu sefer de kişi aşırı doymuşluk hissi yaşayacak ve aşkını harcama değil, ama aşkını tasarruf yoluna gidecektir. Bu sefer de, karşılıklı aşk ilişkisi içersinde bulunduğu kişi ile arasında bir kriz çıkacaktır.
Çeşitli faktörlerin temerküz etmesiyle oluşan iktisada, bir faktörü (o kadar önemli ki) ilave etmezseniz, her şey anlamsız kalır. O da azalan verimler kanunudur. Ya da azalan ihtiyaçlar teorisi diyebiliriz.
Bu teoride, kişiler ihtiyaçlarını karşıladıkça, üst limit olan doyma noktasına yaklaşırlar ve o doyma noktasına yaklaştıklarında, artık söz konusu ihtiyacı, birim zaman için ortadan kalkar ve doyma noktasında artık x eksenine paralel bir seyir izler. Yani o doyma noktasından sonra ihtiyacının karşılanması bir şey ifade etmez, bir fayda sağlamaz kişiye. Azalan verimler kanununa şöyle bir örnek vererek açıklama getirelim.
Hepimiz aç olduğumuzda yemek gözümüze daha bir güzel gözükür değil mi? Diyelim ki birkaç gün yemek yemedikten sonra yemek masasına oturduk. Aç olduğumuz için, son derece saldırgan bir şekilde yemek yemeye başlarız. Bu noktada azalan verimler kanununun eğrisi 90 dereceye yakın bir açı ile yukarı doğru seyreder.
Yemek yemeye başladıktan 15-20 dakika sonra ise yavaş yavaş doymaya başladığımızı hissederiz, daha yavaş yemeye başlarız ve yemek gözümüze eskisi kadar çekici gelmez. Bu sefer, azalan verimler kanununun eğrisi, 45 dereceden daha düşük bir açıyla seyretmeye başlar. Nihayetinde, doyma noktasına ulaştığımızda ise azalan verimler kanunu eğrisi, 0 derecelik açıyla, zaman eksenine paralel bir seyir izler ve yemeyi keseriz. Çünkü doymuşuzdur.
Aynı şeyi sevme-sevilme ihtiyacı için düşünelim. Bu sefer birimimiz yemek değil aşk olsun ve yukarıda anlattıklarımın aynısını , aşk için düşünün. İşte size ‘’aşkın ömrü iki yıldır’’ sözünün açıklaması.
Fakat bu söz tam olarak doğru değildir, çünkü bu ihtiyaç karşılanmaya devam etmezse, azalan verimler kanunu eğrisi bu sefer y eksenine 45 dereceden düşük, sonra x+1 zaman birimi içinde 90 derece ile 45 derece arasında bir seyir ile aşağı doğru gider. Tıpkı besin açlığı gibi, nasıl belirli periyodlarla yemek zorundaysak, aşk ihtiyacımızı da bu belirli periyod aralıklarında gidermek durumundayızdır. Tabi ihtiyacın boyutu, kişiden kişiye göre değişir.
Bir başka bilim dalı olan biyokimya ile ilgilenen birisi, yukarıda anlattığımın aynısını, hormonlarla açıklayabilir.
İşte modern dünyada ,bize sunulan aşk anlayışı budur. Tabi ki bu kapitalizm ve pozitivizm ile doğrudan bir korelasyon içindedir ve baktığımızda, ekonomik ve bilimsel yönden önde olan batı ülkelerinde de, durum bu şekilde işlemektedir. Birisini bul, aşk ihtiyacını gider, ayrıl. Sonra aşk ihtiyacın artmaya başladığında, başka birisini bul onunla ihtiyacını gider ve gene ayrıl. Diğer faktörleri (üreme içgüdüsü, tasarruf için evlenme ihtiyacı) dışarıda bırakıp sadece aşkı düşündüğümüzde, durum böyledir.

Romantizm ise, bu realist görüşün tam tersidir. Onlara göre aşk, soyut bir şeydir ve her şeye aşık olunabilir. Özellikle de doğa. Zaten baktığımızda, herkesten daha farklı olarak yaşayan kesimin (ister entel deyin, ister marjinal ister başka bir ad takın) bu genel örneklem dışında kalıp, belirli oranlarda sapmalarla kendi romantik hayatlarını yaşadıklarını göreceksiniz.
Aşkı realist görüş gibi bir ihtiyaç ve karşılanabilir bir nesne olarak değil, insanın duygusallığı gereği kutsal bir fenomen olarak görürler. Onu açıklamaya kalkışmazlar, olduğu gibi yaşarlar. Zaten romantizm zamanında, hızla ivme kazanan bir trend olan realizme karlı tepki olarak doğmuştur. Sosyal hayatta da pozitivizme (olguculuk) veya materyalizm (maddecilik) ‘e karşı, dinsellik, maneviyatçılık veya idealizmin (düşünsellik) ortaya çıktığı görülür.
68 isyanlarını, hippi hareketlerini ve post-modern görüşlerle birlikte patlama yaşayan, dinselliğe veya maneviyata olan eğilimi hatırlayınız.
İşte hangi perspektiften bakarsanız olgulara, onları o şekilde görürsünüz.(sadece aşka değil, bütün hayata dair) İnsanların arasındaki fikir ayrılıkları da, kendi içselliklerinde oluşturdukları bu bakış açılarına (ideolojileri) dayanan, bazen çelişkili (veya ironik, zaten çelişki diyalektiğin ve ironinin olmazsa olmazıdır) bazen tutarlı olarak gerçekleşen düşün dünyalarının ayrım ve çıkmazları sonucu oluşur.
Bu yüzden de, günümüzde bize sunulan dünyada, kendi yücelttikleri aşkı bulamayan insanların alternatif yollara yönelimi ve yazdıkları yazılarda, günlük konuşmalarında, yalnız kaldıkları zaman düşüncelerinde isyan noktasına vardıran, aşk üzerine bir iki kelam etme ihtiyaçları da buradan doğmaktadır.

( Resimdeki grafikte, azalan marjinal fayda grafiğinde ne demek istediğim daha kolay anlaşılabilir. D, doyma noktası, x zaman y ise ihtiyaçtır. Eğri ise, zamanla karşılanan aşk ihtiyacını göstermektedir.)

1 Mayıs 2009 Cuma

Bilgi ve Aydın Kirliliği -2 (Atatürk)


Dün gece CNN Türk’te Çok Farklı programını izliyordum. Bir solist, iki de köşe yazarı vardı konuk olarak. Öz ve anlamlı bir kolaj olmuş konuk seçimi, zira bir muhafazakar, bir liberal bir de sosyalist görüşten konuklar seçilmişti. Yazarların eski yazılarından, güncel pek çok olaya kadar bu insanların, dolayısıyla temsil ettikleri ideolojilerin görüşleri alındı bir bir. Gecenin sonuna gelindiğinde ise, Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili bir bant izletildi ve daha sonra bu kişilerin, Atatürk’le ilgili görüşleri alındı. Bu safhada, konuklardan ikisinin söyledikleri kafama takıldı.

Öncelikle Yeni Şafak gazetesine mensup olan konuk, Atatürk’ün tabulaştırıldığını, Anıtkabir’in de bir türbe haline getirildiğini söyledi. Atatürkçü insanlar, bu kesimden, 90’lardan beri maalesef ‘’Atatürk’ün putlarına tapıyorlar. Anıtkabir’i türbeye çevirdiler.’’ Gibi eleştirilere artık kamu oyu alıştı. Sürekli söylene söylene, artık normal bir durummuş ve bir gerçeklikmiş gibi , önümüze bu söylemler konulmaya başlandı.
Bu tip söylemleri duydukça, şüphesiz ki konuda etkin bir bilgi birikimine sahip insanlar, yarı acıma yarı öfke duygularını içlerinde hissediyorlar, neşredilen bu asılsız görüşlere karşı. Mezar ziyaret etmek ile, türbeye çevirmek arasında bir fark yok mu? Saygı duruşunda bulunmak ibadet midir? Atatürkçü insanlar sanki Atatürk’ü tanrı olarak mı görüyorlar? Bu söylemler filhakika, gerçek Atatürkçü ve aynı zamanda da Müslüman olan insanları, ziyadesiyle rencide ve rahatsız etmektedir.
Kabul, her ideoloji veya hayat felsefesi gibi, Kemalizmi abartılı yaşayanlar, sürekli sanki Atatürk dine karşıymışçasına , Atatürk’ü referans alarak dini hedef alan kişiler var. Bu kesim, hem Atatürk hem de İslam konularında bilgisizlerdir. Bilgisizce konuşmak şüphesiz hoşgörülebilir bir şey değil.
Ancak dün gece şahit olduklarım da hoşgörülebilir şeyler değil. Bu anlayış ‘’!0 Mayıs’ta sap gibi ayakta durmaya gerek yok!’’ anlayışıdır ve maalesef, 19. y.y.’dan beridir devam eden, dini siyasete alet eden bazı kompradorların ardıllarıdır. Ehemmiyet gösterilmemesi gerekir, fakat ne yazık ki, bu durum pek de iyileşmiyor. ‘’Yaban’’ adlı kitapta hatırlayınız, bir köylünün eski subaya verdiği ‘’Biz müslümanız, senin Türk dediklerin şu tepelerin ötesinde yaşar’’ ifadesi, böyle bir ayrımcılığı, talihsiz ve suni bir kamplaşmayı gözler önüne seren bir donedir. Bunda şüphesiz, aydınların bu halk için pek bir şey yapmamaları, dişe dokunur konularda yazan, araştıran kişilerin azlığı, en büyük etkendir.
Kemalizmi ‘’elit’’ bir topluluğa dönüştürerek, -ki gerçek Kemalizmle uzaktan yakından alakası olmayan- Atatürk’ü ve Atatürkçülüğün topluma yabancılaşmasına yol açan güruhun, mutlak ve olumsuz bir etkisi vardır. Bu, şüphesiz düzeltilmesi gereken bir durumdur. Tıpkı yozlaştırılan dinin , özüne dönüşüne ihtiyaç duyulduğu gibi, yozlaştırılan Atatürkçülüğün de, özüne döndürülmesi gerekmektedir.

Gözüme çarpan ikinci bir husus ise, Vatan gazetesine mensup köşe yazarının söyledikleriydi. Bu zat-ı muhterem de buyuruyor ki; Can Dündar’ın yaptığı ‘’Mustafa’’ filmine kadar, doğru düzgün araştırma yapılmamış, doğru düzgün film çekilmemiş. Bu sebeple Türkiye Atatürk’ü tanımıyormuş. Hatta hatta, Kurtuluş Savaşı’nı bile ‘’Mustafa’’ filminden öğrenmiş... Bu yazar kişi , ’’ İlkokulu’’ nerede okumuş, merak ediyorum doğrusu.
Hanımefendi, siz şimdiye kadar Atatürk’ü öğrenemedinizse, bunda yazarların, yapımcıların suçu ne?
Öyle çok aramanıza da gerek yok. Herhangi bir kitapçıya veya cd dükkanına gitseniz, kolaylıkla Atatürk ile ilgili pek çok belgesel de, kitap ta bulursunuz. Tolga Örnek, Turgut Özakman, Hulki Cevizoğlu, Dietrich Gronau, Asım Aslan, Hasan Ali Yücel, Atilla İlhan, Şevket Süreyya Aydemir isimleri size hiç mi bir şey ifade etmiyor? Mustafa filminden, çok daha sağlam referansları olan, bu konuda Can Dündar’dan çok daha bilgili kişilerce üretilmiş görsel ve yazılı kaynakları, hiç mi okumadınız? Ama yok, bu endüstride illa hafif ve pop yapıtlar prim yapıyor ne yazık ki. Üstelik siz yazarsınız, nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz?
Haydi bu insanları geçtim, NUTUK adlı kitabı bile okumadınız mı? Hatta Nutuk’un filmi de yapıldı belgesel olarak. Bütün bunlar varken, kalkıp da ‘’Mustafa filmine kadar, Atatürk hakkında doğru düzgün araştırma yapılmadı’’ demek akıl kârı mı?

Eğer dediğiniz biyografi anlamında ise kitap olarak zaten çok sayıda mevcut. Tamam, Atatürk’ün tüm yönlerini öğrenelim, öğrenmekten zarar gelmez. Ancak böyle bir anlayışı, onun fikirlerinden çok özel hayatını öğrenme noktasına getirdiğiniz zaman, bu bir tehlikeye delalet eder. Artık iş , magazinsel bir hale gelmeye başlar, ki magazin kültürü bir aydının şiddetle karşısında durması gereken bir olgudur.

Mustafa Kemal Atatürk, kendisi demiyor mu, ‘’ BENİ TANIMAK YÜZÜMÜ GÖRMEK DEMEK DEĞİLDİR, BENİ TANIMAK FİKİRLERİMİ, İLKELERİMİ, İNKLAPLARIMI ANLAMAKTIR.’’ diye?

Sözün kısassı dostlarım, televizyon yapımcılarının konuk, gazetelerin yazar seçerken, daha dikkatli ve seçici davranmaları elzemdir. Yoksa millet bu tür köşe yazarlarının önderliğinde, ‘’Aya bakmak yerine, ayı gösteren parmağa dikkat etmeye’’ devam eder, bir arpa boyu da yol alamaz.

Sevgilerimle

22 Nisan 2009 Çarşamba

Kültür Emperyalizmi : Adı değişse de, tadı aynı.


Bu yazımda pek çok kesimin karşı çıktığı, kimisine göre halkın yozlaşması sonucu ortaya çıkmış bayağı ve basit olan, kimisine göre şirketlerin üretim ve pazarlama maliyetlerini azaltmak amacıyla ortaya çıkarıldığına inandığı pop kültür ve onun bir üst kümesi olarak kültür emperyalizmi üzerinde durmak istiyorum.

Aşağıdaki yazı Şehy Mihridin Arusi , diğer bir adıyla Filibeli Sehbenderzade Ahmet Hilmi’den alıntıdır.

‘’… Batı medeniyetinin İslam alemine olan ihracatının çoğu ‘öldürücü zehir’ diye vasıflandırılmaya layıktır. Şurasını da itiraf edelim ki zaten gerilemeye ve ahlaki fesada düşmüş olan biz Müslümanlar, bu kabil ihracatı talepte ve kabul etmede büyük bir düşkünlük gösteriyoruz..Batı medeniyeti terkibiyle ifade ettiğimiz büyük medeniyet, elbette yalnız kötü şeylerden ve sefahatten ibaret değildir, elbette bu medeniyetin iyi karşılanmaya ve takdir edilmeye layık nice kısımları vardır. Lakin Avrupa siyaseti, mağlup ve mahkum milletlerin mahkumiyetlerinin idaresi için bize, kendileri için kuvvet ve satvet sebebi olan medeni amilleri değil, zaaf ve sefahate sebep olan içtimai amilleri vermeye meyyaldir. Biz de bütün kudretimizle bu iğrenç amilleri kapıyoruz!
Avrupalıların tahakkümü altına düşen yerlerde zırhlılar, yüksek binalar, büyük köprüler, demiryolları, tersaneler meydana getirecek mühendisler, sanatkarlar yetişmiyor. Biz onların ticaret, iktisat ve ziraat usullerine, yardımlaşma ve şefkat, fazileti himaye vs. gibi alınması feyiz ve yükselmemize sebep olacak içtimai teşkilatlarına rağbet etmiyoruz. Piyano çalmak, alafranga şarkı söylemek, modaya göre on türlü kıyafete girmek, mükemmel yemek pişirme usullerimize Frenklerin cicili bicili fakat lezzetsiz ve kaba yemeklerini tercih etmek, yürüme ve gezme tarzında bin şekilde tuhaflıklar göstermek, çocuklarımızı milliyet haricinde terbiye etmek, kendisini bu vatanın yabancısı yapacak fikirlerle doyurmak, türlü renkte alkollü içkiler yutmak, din ve fazilet hislerinden soyutlanmak, namus ve adetler hususunda şüpheci ve ilgisiz kalmak, zevk ve sefahati hayatın gayesi bilmek: İşte Avrupa medeniyetinden zengin ve fakirlerimizin almaya ve taklit etmeye kalkıştığı şeyler…’’[1]


Bu yazıda sözü geçen her şeye imzamı atamam. Katıldığımı veya katılmadığımı belirten bir beyanatta da bulunmuyorum.
Ancak konunun özü itibariyle, Türkiye’de gerçekten de ülkesine ve milletine karşı yabancılaşan, yozlaşmaya uğrayan ve ne Avrupalı ne de Türk olamayan bir kesim olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
Magazin kültürü, sosyete yaşantısı, lüks hayat tarzı, pop kültürün sunduğu rahatlık ve haz duygusu uğruna, bilmek eyleminin gerçek saadetini kurban etmiş, son derece cahil bir neslin yetiştiği de herkesin malumatıdır.
Atatürk’ün gösterdiği yol da, bazı kesimlerce sanki buymuşçasına, batılı olmak demek, bu rezillikleri yapmak, Avrupalı Amerikalı özentisi olmakmış gibi bilinçli olarak aktarılıyor ne yazık ki.
Tabi ki modern olmalıyız. Binlerce yılın bırakmış olduğu bağnazlıkla, kadınları çarşafa sokup kendileri uçkuru açık gezenlere karşı mücadelemizi sürdürmeliyiz. Dini, tarihi bize yanlış öğretenlerle en etkin mücadele, kuşkusuz bu iki olguyu iyice öğrenmekten geçer. Sapla samanı ayırt edebilmeli, yüksek bir kültüre ulaşmalıyız. Bu açıdan, bu tip ziyan hevesler peşinde koştururken, bizi biz yapan değerleri unutmamalıyız. Bu da ancak, yüksek bir entelektüel birikimle mümkün olabilmektedir.
Evet, bilim ve teknolojide, sanatta en ileri uçta yer almalıyız. Ama batının kültürünü almak zorunda, onlar gibi yaşmak zorunda değiliz. Evrensel değerler tabi ki vardır ancak bu alınan evrensel değerlerin de gerek aydın kesim gerekse devlet eliyle bir süzgeçten geçirilip, terbiye edilmesi lazım gelir. Bu açıdan ailelere de iş düşmektedir. Gene ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün :’’ Terbiye ya dini olur, ya da milli. Biz dini terbiyeyi aileye bıraktık. Milli terbiyeyi de devlete bıraktık’’ sözü, bu açıdan çok manidardır.
Sözüm o ki, alıntı yaptığım bu yazıda, gerçekten de aşağılık duygusuna kapılmış bir milletin, hem başındakilerin hem de ayak takımının böyle maddiyatçı ve kendisine zevk veren bin bir türlü musibet olgunun peşinden koşturarak insanlıktan çıkması, bir yerde insanlar yiyecek ekmek bulamazken 3 sokak ötesinde bir güruhun sabahın körüne kadar basit müziklerle tepinmesi, hep bu yüzdendir. Sanki ne kadar ahlaksızlık varsa yapıp, batılılar gibi yaşarsak, o kadar modern olacakmışız gibi. İşte milli kültürümüze empoze edilen bu zehir, 20. yüzyılın başındaki hali birazcık mutasyona uğratılıp, bugün pop kültür olarak halkımıza dayatılmaktadır. Modernizasyonun M sinden haberi olmayan , burjuva-orta sınıf arası kalmış bir kesimin de, ne kadar saçmalayabildiklerini zaman zaman televizyonlarda görmüyor değiliz.
Demek ki, çağın değerleri değişse de, değişmeyen bir şey var. Emperyalistler ve kültür emperyalizmi. İsimleri ne olursa olsun…

[1] Gökçen Alpkaya, Faruk Alpkaya, Yirminci Yüzyıl Türkiye ve Dünya Tarihi, Tarih Vakfı, s.63

31 Mart 2009 Salı

Bir seçim neler gösterir?


Ülkemiz 29 mart 2009 günü bir diğer seçim hengamesini geride bıraktı. Seçimden geriye kalanlarsa sokaklardaki parti bayrakları, CHP-AKP arası demeç savaşları, izlenme oranları tavana vuran kanallar ve dikkate değer bir-iki değişiklik olmuştur.

Özellikle Istanbul’da beklenenin dışında tablolar oluştu. Sandıkların açılmasının tamamlanmasına kadar Kadir Topbaş ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında gerçekten çekişmeli bir yarış geçti. Kazanan Topbaş oldu ancak gene de CHP’nin Istanbul’da topladığı oylar AKP’nin sarsıntı yaşamasına neden oldu. Çünkü %36.88 ile beklenmeyen bir oy oranına sahip olan Kemal Kılıçdaroğlu, AKP’nin İstanbul’da rehavete kapılmaması gerektiğini ortaya koydu. Üstelik yaklaşık 15 yıldır muhafazakar-kökten dinci kanadın İstanbul’daki yerel iktidarına rağmen.

Bir Istanbul’lu olarak gözüme takılan birkaç ilçenin seçim oranları ve nedenleri üzerinde durmak sonra da Türkiye geneli üzerine bir yorumda bulunmak istiyorum.

Özellikle Sarıyer, Beyoğlu ilçeleri ve CHP’nin Fatih’te elde ettiği oy oranı üzerinde durmak lazım geldiğini düşünmekteyim. Ekonomik kriz ve işsizlik AKP’nin yurt genelinde oyunu alçaltan bir faktör olmakla birlikte, yukarıda saydığım ilçelerde Sarıyer ve Beyoğlu’nun reyini CHP’den yana kullanması ve Fatih gibi muhafazakar bir semtte CHP’nin %29.44 lük bir oy oranı çıkarmasına yol açan en önemli faktör, kuşkusuz kentsel dönüşüm projesidir. Dolapdere, Tarlabaşı, Sulukule, Hisarüstü gibi semtlerin sakinlerinin, bu kentsel dönüşüm projesinden hoşnut olmadığı apaçık ortada. Ayrıca Kentsel Dönüşüm adı altında yıkılan pek çok tarihi eser ve AKP’nin gerek mensuplarına gerek çevresine rant sağladığı da, seçmenin gözünden kaçmamış.

Bir diğer husus ise, Güneydoğu’da DTP’nin aldığı oy oranları. Bilindiği gibi , genel kamu oyu tarafından PKK adlı örgütün siyasi uzantısı olarak kabul edilen ayrılıkçı görüşe sahip ve Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapan bu partinin topladığı oy oranı, Türkiye’de taviz verildikçe ayrılıkçı fikirlerin ve bu çevrelere verilen desteğin arttığına dair mutlak bir izlenim vermektedir. Yani açılan Kürtçe TV, Kürtçe kurslar (talep yetersizliğinden kapanmasına rağmen) AKP’nin her fırsatta Kürt kökenli vatandaşlarımıza yakın davranma çabalarının, pek de bir işe yaramadığı gözükmektedir.

Tabi ki bu duruma sebep olan etkenler de var. 2008 içersinde düzenlenen operasyonlar, başbakanın ağzından kaçırdığı ‘’Ya sev ya terk et’’ cümlesi. Başbakan zaten bir ‘’Alt kimlik-üst kimlik’’ söylemleri, bir ‘’Ya sev ya terk et’’ söylemleriyle birbirine uymayan iki uçta gidip gelerek tam bir tutarsızlık örneği sergilemektedir.

Ayrıca bir diğer husus ise bu yükselen Kürt milliyetçiliğine karşı, yükselen Türk milliyetçiliği ve karşılıklı olarak tırmanan gerilimin tehlikeli bir durum arz etmesidir. MHP de 10 tane ilin belediye başkanlığını kazanarak bu durumun sağlamasını yapmıştır.

Tabi ki bu bir yerel seçimdir. Genel seçim gibi salt ideolojik ve ekonomik sebeplere bağlanamaz ancak yine de, bu sebeplerin etkisi olduğu yadsınamaz. Kaldı ki ekonomik krizler, liberal görüşten sapmalara ve ya sosyalist ya da milliyetçi kanada doğru bir hareket başlatır. Türkiye, muhafazakar bir ülke olduğu ve sol tabanın fazla bulunmaması sebebiyle milliyetçi kanada doğru kaymaktadır.

Önümüzdeki yıllarda ise ekonomik krizin de etkisiyle , Türkiye’den yavaş yavaş çekilecek olan AKP etkisinin Türkiye’de etnik, dinsel ve kültürel köken üzerinde oynadığı oyunlarla gerçekten gerilimli bir tablo bırakarak gideceğini düşünmekteyim.

1 Mart 2009 Pazar

ANTİ-KOLPA BİRİNCİ BİLDİRGESİ


Arkadaşlar veya sevgili okurlarım (eğer okurlarım varsa…)


Uzunca bir süredir yazamadım. Daha doğrusu yazdım, ama buraya değil. Yüreğime, bizi sevdiklerimize bağlayan laf anlamaz dalgalara yazdım… Yok be şaka, böyle bir cümle kurmam bile normalde.

Neyse, uzun lafın kısası bayadır www.serbestyazarlar.com da Orkun Sevinç olarak yazıyorum. Zaten adım da bu.

Ancak burayı da epeyce ihmal ettim, biliyorum. Yeniden yazmaya başlayacağım ancak bu yeni yazılarımın tarzı bir hayli değişik olacak. Daha tarzın ne olduğunu ben de bilmiyorum, birazcık kafama göre yazacağım artık.

İçinde bulunduğumuz toplumda çokça kolpa insanlara rastlamaktayız. Kolpa sanatçılar, kolpa akademisyenler, rektörler, kolpa haber sunucuları, kolpa işadamları, kolpa yazarlar,aydınlar… Kısacası kolpa insanlar.

Kolpa ne demek? Tam olarak ben de bilmiyorum. TDK’da bir anlamını bulamadım, olsaydı da koymazlardı zaten böyle bir kelimenin. Neyse…

İnternetten biraz baktım, en düzgün ifade edilmiş şekli, bir amaca ulaşma için olağandışı davranma, rol yapma imiş. İtalyancada ‘’colpo’’ diye geçiyor oradan gelmiş herhalde argo sözlüğümüze.

Yani öyle değil de, sanki öyleymiş gibi. Öyle gibi değil gibi yani.

Bu kolpa insanları her yerde görürüz. Belli başlı karakteristikleri de vardır. Bunlar sıralayalım isterseniz;

- Aslında hiçbir şey ya da bir ceviz kabuğunu doldurmayacak kadar bildiği halde konuya tamamiyle hakim bir üstad gibi konuşurlar.
- Asla yanıldıklarını kabul etmezler. Güncel kullanım eğilimi artış göstermiş kelimeleri kullanmaya gayret ederler ama yalan yanlış kullanırlar ve telaffuz bile edemezler.
- Ne işe yaradıklarını kimse tam olarak bilmez ama gene de oradadırlar.
- Tüm sanat dallarından, ekonomiye, siyasete, felsefeye, futbola kadar hayatın analizini yapmaya çalışırlar.
- Genellikle meslekleri köşe yazarlığıdır ancak tam olarak bir meslekleri yoktur. Bir de tanınmayan kolpalar var, bu tip insanların kolpa olduğunu zaten hemen herkes anlar.
- Yeni yeni yetişmekte olan gençlere kötü örnek teşkil ederler.
- Çoğunlukla özentidirler. Frankofondurlar. Küçük dağları onlar yaratmıştır.
- Son olarak da Cem Karaca’nın şarkısındaki gibi Yarım Porsiyon bir aydınlığa sahiptirler


Diye uzar gider. Sizin de belirlediğiniz özellikleri varsa, yorum olarak yazabilirsiniz. Ben hayatımda rektöründen profesörüne kadar bu tip kolpa insanları gördüm. Ekonomik krizlerin falan çıkış nedeni de bu kolpa insanlar aslında.

Ne tür bir bağlantı kurduğumu merak ediyorsanız anlatayım;

Bu insanlar genelde eli ekmek tutmadığı, doğru düzgün bir şeyler üretemedikleri için, kolpacılıkla edindikleri veya babadan miras kalmış çevrelerinin sayesinde edindikleri torpillerle toplumda belli başlı yerlere gelirler. Çoğunlukla toplumun cehaleti ve yozlaşmışlığı sayesinde de bir ün kazanırlar. Sonra bu geldikleri toplumsal statülerle bir şekilde bir yerleri, dolayısyle toplumsal hayatı, ekonomii ve siyaseti yönetme gücü de kazanırlar. Kolpa yöneticiler, kolpa merkez bankası başkanları, kolpa başbakanlar veya devlet başkanları. Bu insanlar kolpa oldukları için de konuya tam olarak hakim değildirler , meritokratik bir sistemden elenerek geçmedikleri, torpil sayesinde zank diye o koltuğa oturdukları için de, bu saydığım konuların gerektirdiği fonksiyonları yerine getiremezler, süreci yönetemezler. Çünkü konuyu tam olarak onlar da bilmemektedirler.Böylelikle krizler çıkar.

Entelektüel kişilerin sorularından sıkılıp sürekli demagoji yaparlar hele entelektüel gençlerin sorularına ve onlarla tartışmaya hiç gelemezler, tıkandıkları yerde , edinilmiş statülerinin verdiği ağırlıkla onları ezmeye çalışırlar.

Eminim bu kolpa insanların davranışlarının sonucu olarak haksızlığa uğramış pek çok kişi vardır, bu yazıyı okuyanlar ve okumayanlar arasında. O halde;

TÜM KOLPACI MAĞDURLARI, BİRLEŞİN!!!