30 Haziran 2010 Çarşamba

Yazarlık Yolculuğum


Blogumu takip eden arkadaşlar varmış, bilmediğim. Bazı yorumlardan anlıyorum, sık yazmadığımdan yakınıyorlar, haklılar.

2008-2010 yılları arasında www.serbestyazarlar.com da yazdım. Sonra site kapandı.

Şu anda Asım Us adıyla, www.politikadergisi.com da yazmaktayım. Blogla sürekli ilgilenemiyorum maalesef ancak, takip etmek isteyen arkadaşlar Politika Dergisi'nde sıkça okuyabilirler.

Bunun dışında bloga da bir şeyler koymaya çalışacağım vakit buldukça.

Saygılarımla

2 Mayıs 2010 Pazar

Oradaydım: 1 Mayıs 2010


Saat 9 sularında Şişhane yokuşunda bekliyordu kortejimiz. Diğer arkadaşlarımız ve ilerleyip kontrol noktasına ulaşabilmemiz için de Türk-İş ‘i bekliyorduk. Alkışlarımız eşliğinde Türk-iş, Metal-sen ve muhtelif sendikalar yanımızdan geçti gitti ve biz de peşlerine takıldık.

Kamu oyunun kafasında soru işaretleri mevcuttu. Provokasyonlar, şiddet, kaos… Hepsi fos çıktı bu 1 Mayıs’ta ve 33 yıl aradan sonra doğru dürüst bir şekilde, tekrardan seslerini haykırmak isteyen emekçiler ve solcular Taksim Meydanındaydılar.

Lâkin hem alanda yaşanan, hem de siyasi birkaç husus, sanırım üzerinde konuşulmaya değer.

AKP Taksim Meydanı’nın işçilere açılmasını, demokratik açılımın bir parçası olarak nitelendirdi. Genel seçimin yaklaştığı şu günlerde, bunun politik bir hamle olduğu aşikar zaten. Fakat neyse ki ufak çaplı tartışma ve kavga dışında çok olay çıkmadı.

Fakat maalesef, ortaya çıkan bir manzara vardı ki, aslında çok vahim bir durum: soldaki örgütsüzlük. Envai çeşit bayrak, slogan ve grup. Sendikaları hariç tuttuğumuzda, irili ufaklı en az 15 belki daha da fazla örgütlenme var.

İşin garibi, örgüt sayısı, sol çizgi merkezden marjinal noktaya doğru yaklaşıldığında ivme kazanıp artıyor. Bu gruplardan en az 10’u Marksist çizgide ancak bölündükçe bölünmüşler.

Durum böyle olunca da, tek ses olup birleşmek, biraz zor oluyor haliyle. Bu durum, 1 Mayıs Bayramı organizasyonuna da yansıyor tabii olarak.

Program sunucuları kürsüde konuşuyorlar, ancak birinin sesi ötekisinin üstüne biniyor. Kim daha çok bağırırsa onun sesi çıkıyor, Birisi konuşurken, ötekisi daha yanındakinin sözü bitmeden slogana başlıyor yahut alakasız bir yerden giriyor konuya, falan feşmekan.

Hülasa, pek başarılı bir organizasyon yaşandığı söylenemez kanımca.

Bir de şu husus dikkate değer ki, bayram çok da fazla zulme ve sömürüye başkaldırı, isyan havasında geçmedi. Belli başlı gruplar, birbirlerine karşı gövde gösterisi yapmaya çalıştı sadece. AKP de ‘’ben size izin verdiğim sürece bun kutlayabilirsiniz’’ mesajını vermiş oldu böylece.

Yani insanların birazcık gazını aldı, birazcık demokrat rolü oynadı. Hükümet yetkilisi çıktı ve katılanlara teşekkür etti.

Ancak gene de güzel bir gündü. Pek azımsanmayacak bir kalabalık olduğu söylenebilir, 33 yıl aradan sonra daha fazlası beklendiyse de. Solumuzda Türk-iş, KESK, DİSK… Sağımızda TKP, EMEP, HKP… Şişhane’den, Şişli’den, Elmadağ’dan kitleler sel olup, Taksim Meydanı’ndaki göle döküldüler ve hep bir ağızdan çağladılar:

‘’1 Mayıs! 1 Mayıs! İşçinin, emekçinin bayramı!’’

Lâkin AKP’nin izin verdiği kadarıyla, AKP’nin kurallarıyla…

27 Mart 2010 Cumartesi

Demokrasi, ’saldım çayıra’ demek değildir!


Siyasi gündem programlarında, pek çoğunuz görmüşsünüzdür. Şu anki yeni eğilim, Liberal – Muhafazakar ideolojilere sahip köşe yazarları ve akademisyenler ile, Kemalist solcu ve Milliyetçi köşe yazarı ve akademisyenleri sık sık karşı karşıya getirmek.

Sebep?

Sebep şu. Türkiye demokratikleşiyormuş ama, Atatürkçülük bu demokratikleşme yolunda bir engelmiş. Yurtdışı Türkiye’ye çok da etki etmiyormuş biz kendi kendimize paranoya yapıyormuşuz. Ayrıca Atatürkçüler de, Türkiye’nin dünya ile bağını kopartıp, tamamıyla içe kapanık ve kopuk bir ülke haline getirmek istiyorlarmış.

Doğu Ergil, Eser Karakaş, Nazlı Ilıcak ve türevlerini sık sık aynı söylem içersinde muhtelif TV kanallarında aynı şeyi papağan gibi tekrarladıklarını görebiliriz.

Bu tür bir programda da, Doç. Dr. Sait Yılmaz’ın Türkiye’nin nasıl dışa bağımlı ve dıştan güdümlü yönetildiğine ilişkin argümanlarına karşılık, Prof. Dr. Doğu Ergil ‘’ Bu beyefendinin ( Sait Yılmazı kastediyor) giydiği şey jacket yani ceket. Üstündeki kravat, altındaki pantolone yani pantolon, en aşağısında da iskarpin vardır. Nasıl oluyor da böyle dünya çapında giyinen birisi bu kadar yerel kalabiliyor?’’ diye çözümü imkansız bir problemi ortaya atmış bulunmaktaydı.

Bahçelerde domates, yaşasın cumhuriyet!

Yani bunlara göre ulusal çıkarları korumak, Türkiye’nin sermaye birikiminin erimesini önlemeye çalışmak ve sosyal devlet anlayışı, Kuzey Kore gibi bir ülke olmamıza yol açacak.

Böyle bir şey olabilir mi? Tobin vergisini de Kemalistler çıkarttı galiba? Tobin vergisi, ülkeleri likit transferlerinin (genellikle sıcak para) yol açtığı olumsuz etkilerden korumak için çıkartılmış bir vergidir. Ülkeye gelen yabancı kaynakların girişlerini vergilendirerek, daha sonra kazandıkları faizle, yıl sonunda getirdiklerinden daha çok götürmelerine mani olmak amacı güder özetle. Neden çıkartıldığını onlar da araştırsınlar.

Ayrıca, ilerilik demek, ülkenizdeki bütün varlıkların yabancılar tarafından işletilmesi mi demek? Tam tersine bu bizi 19. yüzyıl emperyalizmine götürür. Esas gericilik işte bu kafadır. Liberaller maalesef kendilerini yenileyememişlerdir ve şu andaki ekonomik ve politik konjonktürü sağlıklı bir şekilde tahlil etme basiretleri de yoktur. Hala bu 18. yüzyıl Liberal mantığıyla giden paleo-liberaller, maalesef ki Türkiye’nin günden güne erimesine yol açmaktadırlar.

İşleri güçleri orduyla uğraşmak, başka bir söylemleri yok bunların. Neden acaba? Neden çıkıp da ülkedeki işsizliklere, yolsuzluklara, haksızlıklara, gerileştirme çabalarına karşı bir tek kelam etmiyorlar? Neden acaba? İyi düşünün. Bunlar uluslar arası burjuvazinin söylemlerinden başka nedir? Bunlar demokrasi mi istiyorlar yoksa plütokrasi mi (Zenginlerin egemen olduğu sistem)? Türkiye zaten 24 Ocak kararları ile, 1980’de demokratikleşme şansını yitirmiş ve neo-liberalizmin bütün yıkıcı ve gerici karanlığına esir olmuştur.

Şu anda da, büyük bir çözülme ve dışa bağımlılık söz konusudur. Faiz-kur arbitrajı dediğimiz olgu, Türkiye’nin gelişmesini büyük bir sekteye uğratmaktadır ve demokratikleşmek bir yana, tam tersine diktatöryel bir eksene yaklaştırmaktadır. Yani 2009 yılında parasını Türkiye’ye yatıran bir yabancı, yıl sonunda hem düşük kurdan hem de yüksek faizden rant elde edecek, aynı oranda da Türk Milleti, yabancının kazandığı bu parayı kaybetmiş olacak.

İşte yaşananlar ortada. Yargının baskı altına alınması, yasamanın elde tutulması, cemaatlerin her türlü kamu teşkilatında yuvalanması. Daha dün yaşanan hukuk skandalı ile İsmailağa Cemaatinin ilişkisi ortadadır.

Bütün bu anti-demokratik uygulamalar üzerine, güçler ayrılığının tehlikeye uğraması üzerine tek laf etmezler, ama Atatürkçüleri suçlarlar. Bu cemaatler, bilimin üzerinde kara bulut gibi dolaşırlar ve şeytani planları ile ülkeyi esarete mahkum etmeye çalışırlar, ama suçlu Atatürkçüler.

Gelelim dış güçler olayına. Şimdi Doğu Ergil, yabancılar falan Türkiye’yi kontrol amacı gütmüyor dedi diye, yabancılar bu amacı gütmüyor mu? ODTÜ’lü devrimci öğrenciler tarafından arabası yakılan ABD’li eski büyükelçi Kommer, daha sonradan CIA ile çalıştığını itiraf etmedi mi? Soros’u nasıl açıklayacaksınız? Fulbright nedir ve neye hizmet eder? AB’nin genişlemeden sorumlu komiseri, daha Ankara’ya uğramadan neden Diyarbakır’a gidiyor? Milletimizin bekası için hayati önem taşıyan sektörler neden yabancılara satılıyor? Neden Türkiye kendi silahını üretemiyor? 1980 darbesinden sonra, ABD başkanına bir Amerikalı tarafından ‘bizim çocuklar başardı’ denmedi mi?

Biz paranoyaksak, bunlar ne?

Ordu darbe yapsa zaten bugüne kadar yapardı. Sizi mi bekleyecekti? Esas bu tayfanın yaptığı paranoyadan başka bir şey değildir. Darbe gelecek, darbe gelecek, darbe gelecek. Aşın artık bunları yahu!

Hayır ordu darbe falan yapmayacaktır. Ancak bu ordu şu anda Türkiye’yi en çok düşünen kurum olduğu ve halk için en fazla çalışan topluluk olduğu için, bu liberallerin hışmına ve lincine maruz kalmaktadır. Araştırın, -Allah korusun- bugün bir deprem olsa, Türk halkına yardım elini uzatabilecek kadar hazır tek kurum, TSK’dır. Bunu ben değil, sayın Prof. Dr. Celal Şengör hocamız söylemektedir.

1-2 kişi darbe planı yaptı diye, ordu darbe mi yaptı? Hayır. Rahmetli Uğur Mumcu, Sakıncalı Piyade adlı kitabında 12 Mart cuntasına ilişkin aynen şunu yazmaktadır ‘’ Bu nedenle, bu tür işlemleri, Silahlı Kuvvetlerimizin tümüne bağlamak ve bundan kaynaklanan sonuçlar çıkartmak yanlış olur. Bu ordu hepimizindir. Bu gibi işlemler, bir faşist dönemin gelip-geçici haksızlıklarından biridir.’’

İşte aydın budur. Gerçekten aydınlanmış ve gerçekleri olduğu gibi görebilen bu kişidir aydın. Başka söyleyecek sözüm yok.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

AŞK ÜZERİNE İKİ FARKLI GÖRÜŞ VE AZALAN MARJİNAL FAYDA


Zor bir dönemdeyiz dostlarım. 19. yüzyıldaki gibi gizli bir çatışma içinde insanlık. Romantizm ile realizm arasındaki bir çatışma.
Bir yanda günlük hayat. İhtiyaçlarımız, egolarımız, hırslarımız, bilim, para, sorumluluklarımız.
Diğer yanda ise içsel hayatımız. Duygularımız, hayallerimiz, sanat ve bedenimizden taşmak isteyen ruhumuz.
Aşk konusu da bu çekişmeden nasibini almaktadır haliyle.Bilinç realizm ise, romantizmi bilinçaltımız olarak addedebilriz elbette. Yoksulluk ve yoksunluk çeken ülkelerde, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ilk iki basamağını ifa etmeye yönelik çabalar ağırlık kazanmaktadır.
Daha gelişmiş ülkelerde ise, son iki basamağı gerçekleştirmeye yönelik çaba artar. Ancak ortaya çıkan ilginç bir durum var. En tepeye ulaşan insanların elde ettikleri doyumla, sonradan daha basit ve manevi yönden tatmin edici bir hayat tarzına yönelme eğilimlerini görmekteyiz.

Şu halde aşk bir ihtiyaç ise eğer, önce ihtiyacı tanımlayıp, sonra romantizm ve realizm ve aynı zamanda spiritüalist ve pozitivist bakış açılarından, bir karşılaştırmasını yapalım.

Genel anlamıyla ihtiyaç, karşılandığı zaman haz hissi , karşılanmayınca üzüntü hissi yaratan bir olgudur. Şimdi içinde bulunduğumuz modern dünyanın, materyalist ve pozitivist açısına göre aşkın çerçevesini çizmeye çalışalım.
Ekonomi biliminde ihtiyaç sözü sıkça geçer. Biz ekonomideki kanunları, sosyal hayatımız ve aşk için de uygulayabilir miyiz? Görelim…
Bildiğimiz gibi, ihtiyaç olgusundan, talep doğar. Talebi de arz karşılar. Arz ile talep eşit olmadığı zamanda ise, aradaki açıklık ve diğer bazı faktörlere bağlı olarak, belirli biz zaman sonra kriz ortaya çıkar.
Şimdi sevme ve sevilme ihtiyacı olan birisinin, bunu talep etmesi kaçınılmaz olacaktır. Ki zaten işleyiş de böyledir. Bu sevme ve sevilme talebine kısaca aşk diyelim. Aşk talebi karşılanmayan kişi, bir süre sonra yoksunluk çekmeye başlayacaktır doğal olarak. Bu da kendi iç dünyasında bir krize neden olacaktır. Aynı şekilde , tersi durumda arz fazla olup talep az olursa, bu sefer de kişi aşırı doymuşluk hissi yaşayacak ve aşkını harcama değil, ama aşkını tasarruf yoluna gidecektir. Bu sefer de, karşılıklı aşk ilişkisi içersinde bulunduğu kişi ile arasında bir kriz çıkacaktır.
Çeşitli faktörlerin temerküz etmesiyle oluşan iktisada, bir faktörü (o kadar önemli ki) ilave etmezseniz, her şey anlamsız kalır. O da azalan verimler kanunudur. Ya da azalan ihtiyaçlar teorisi diyebiliriz.
Bu teoride, kişiler ihtiyaçlarını karşıladıkça, üst limit olan doyma noktasına yaklaşırlar ve o doyma noktasına yaklaştıklarında, artık söz konusu ihtiyacı, birim zaman için ortadan kalkar ve doyma noktasında artık x eksenine paralel bir seyir izler. Yani o doyma noktasından sonra ihtiyacının karşılanması bir şey ifade etmez, bir fayda sağlamaz kişiye. Azalan verimler kanununa şöyle bir örnek vererek açıklama getirelim.
Hepimiz aç olduğumuzda yemek gözümüze daha bir güzel gözükür değil mi? Diyelim ki birkaç gün yemek yemedikten sonra yemek masasına oturduk. Aç olduğumuz için, son derece saldırgan bir şekilde yemek yemeye başlarız. Bu noktada azalan verimler kanununun eğrisi 90 dereceye yakın bir açı ile yukarı doğru seyreder.
Yemek yemeye başladıktan 15-20 dakika sonra ise yavaş yavaş doymaya başladığımızı hissederiz, daha yavaş yemeye başlarız ve yemek gözümüze eskisi kadar çekici gelmez. Bu sefer, azalan verimler kanununun eğrisi, 45 dereceden daha düşük bir açıyla seyretmeye başlar. Nihayetinde, doyma noktasına ulaştığımızda ise azalan verimler kanunu eğrisi, 0 derecelik açıyla, zaman eksenine paralel bir seyir izler ve yemeyi keseriz. Çünkü doymuşuzdur.
Aynı şeyi sevme-sevilme ihtiyacı için düşünelim. Bu sefer birimimiz yemek değil aşk olsun ve yukarıda anlattıklarımın aynısını , aşk için düşünün. İşte size ‘’aşkın ömrü iki yıldır’’ sözünün açıklaması.
Fakat bu söz tam olarak doğru değildir, çünkü bu ihtiyaç karşılanmaya devam etmezse, azalan verimler kanunu eğrisi bu sefer y eksenine 45 dereceden düşük, sonra x+1 zaman birimi içinde 90 derece ile 45 derece arasında bir seyir ile aşağı doğru gider. Tıpkı besin açlığı gibi, nasıl belirli periyodlarla yemek zorundaysak, aşk ihtiyacımızı da bu belirli periyod aralıklarında gidermek durumundayızdır. Tabi ihtiyacın boyutu, kişiden kişiye göre değişir.
Bir başka bilim dalı olan biyokimya ile ilgilenen birisi, yukarıda anlattığımın aynısını, hormonlarla açıklayabilir.
İşte modern dünyada ,bize sunulan aşk anlayışı budur. Tabi ki bu kapitalizm ve pozitivizm ile doğrudan bir korelasyon içindedir ve baktığımızda, ekonomik ve bilimsel yönden önde olan batı ülkelerinde de, durum bu şekilde işlemektedir. Birisini bul, aşk ihtiyacını gider, ayrıl. Sonra aşk ihtiyacın artmaya başladığında, başka birisini bul onunla ihtiyacını gider ve gene ayrıl. Diğer faktörleri (üreme içgüdüsü, tasarruf için evlenme ihtiyacı) dışarıda bırakıp sadece aşkı düşündüğümüzde, durum böyledir.

Romantizm ise, bu realist görüşün tam tersidir. Onlara göre aşk, soyut bir şeydir ve her şeye aşık olunabilir. Özellikle de doğa. Zaten baktığımızda, herkesten daha farklı olarak yaşayan kesimin (ister entel deyin, ister marjinal ister başka bir ad takın) bu genel örneklem dışında kalıp, belirli oranlarda sapmalarla kendi romantik hayatlarını yaşadıklarını göreceksiniz.
Aşkı realist görüş gibi bir ihtiyaç ve karşılanabilir bir nesne olarak değil, insanın duygusallığı gereği kutsal bir fenomen olarak görürler. Onu açıklamaya kalkışmazlar, olduğu gibi yaşarlar. Zaten romantizm zamanında, hızla ivme kazanan bir trend olan realizme karlı tepki olarak doğmuştur. Sosyal hayatta da pozitivizme (olguculuk) veya materyalizm (maddecilik) ‘e karşı, dinsellik, maneviyatçılık veya idealizmin (düşünsellik) ortaya çıktığı görülür.
68 isyanlarını, hippi hareketlerini ve post-modern görüşlerle birlikte patlama yaşayan, dinselliğe veya maneviyata olan eğilimi hatırlayınız.
İşte hangi perspektiften bakarsanız olgulara, onları o şekilde görürsünüz.(sadece aşka değil, bütün hayata dair) İnsanların arasındaki fikir ayrılıkları da, kendi içselliklerinde oluşturdukları bu bakış açılarına (ideolojileri) dayanan, bazen çelişkili (veya ironik, zaten çelişki diyalektiğin ve ironinin olmazsa olmazıdır) bazen tutarlı olarak gerçekleşen düşün dünyalarının ayrım ve çıkmazları sonucu oluşur.
Bu yüzden de, günümüzde bize sunulan dünyada, kendi yücelttikleri aşkı bulamayan insanların alternatif yollara yönelimi ve yazdıkları yazılarda, günlük konuşmalarında, yalnız kaldıkları zaman düşüncelerinde isyan noktasına vardıran, aşk üzerine bir iki kelam etme ihtiyaçları da buradan doğmaktadır.

( Resimdeki grafikte, azalan marjinal fayda grafiğinde ne demek istediğim daha kolay anlaşılabilir. D, doyma noktası, x zaman y ise ihtiyaçtır. Eğri ise, zamanla karşılanan aşk ihtiyacını göstermektedir.)

1 Mayıs 2009 Cuma

Bilgi ve Aydın Kirliliği -2 (Atatürk)


Dün gece CNN Türk’te Çok Farklı programını izliyordum. Bir solist, iki de köşe yazarı vardı konuk olarak. Öz ve anlamlı bir kolaj olmuş konuk seçimi, zira bir muhafazakar, bir liberal bir de sosyalist görüşten konuklar seçilmişti. Yazarların eski yazılarından, güncel pek çok olaya kadar bu insanların, dolayısıyla temsil ettikleri ideolojilerin görüşleri alındı bir bir. Gecenin sonuna gelindiğinde ise, Mustafa Kemal Atatürk’le ilgili bir bant izletildi ve daha sonra bu kişilerin, Atatürk’le ilgili görüşleri alındı. Bu safhada, konuklardan ikisinin söyledikleri kafama takıldı.

Öncelikle Yeni Şafak gazetesine mensup olan konuk, Atatürk’ün tabulaştırıldığını, Anıtkabir’in de bir türbe haline getirildiğini söyledi. Atatürkçü insanlar, bu kesimden, 90’lardan beri maalesef ‘’Atatürk’ün putlarına tapıyorlar. Anıtkabir’i türbeye çevirdiler.’’ Gibi eleştirilere artık kamu oyu alıştı. Sürekli söylene söylene, artık normal bir durummuş ve bir gerçeklikmiş gibi , önümüze bu söylemler konulmaya başlandı.
Bu tip söylemleri duydukça, şüphesiz ki konuda etkin bir bilgi birikimine sahip insanlar, yarı acıma yarı öfke duygularını içlerinde hissediyorlar, neşredilen bu asılsız görüşlere karşı. Mezar ziyaret etmek ile, türbeye çevirmek arasında bir fark yok mu? Saygı duruşunda bulunmak ibadet midir? Atatürkçü insanlar sanki Atatürk’ü tanrı olarak mı görüyorlar? Bu söylemler filhakika, gerçek Atatürkçü ve aynı zamanda da Müslüman olan insanları, ziyadesiyle rencide ve rahatsız etmektedir.
Kabul, her ideoloji veya hayat felsefesi gibi, Kemalizmi abartılı yaşayanlar, sürekli sanki Atatürk dine karşıymışçasına , Atatürk’ü referans alarak dini hedef alan kişiler var. Bu kesim, hem Atatürk hem de İslam konularında bilgisizlerdir. Bilgisizce konuşmak şüphesiz hoşgörülebilir bir şey değil.
Ancak dün gece şahit olduklarım da hoşgörülebilir şeyler değil. Bu anlayış ‘’!0 Mayıs’ta sap gibi ayakta durmaya gerek yok!’’ anlayışıdır ve maalesef, 19. y.y.’dan beridir devam eden, dini siyasete alet eden bazı kompradorların ardıllarıdır. Ehemmiyet gösterilmemesi gerekir, fakat ne yazık ki, bu durum pek de iyileşmiyor. ‘’Yaban’’ adlı kitapta hatırlayınız, bir köylünün eski subaya verdiği ‘’Biz müslümanız, senin Türk dediklerin şu tepelerin ötesinde yaşar’’ ifadesi, böyle bir ayrımcılığı, talihsiz ve suni bir kamplaşmayı gözler önüne seren bir donedir. Bunda şüphesiz, aydınların bu halk için pek bir şey yapmamaları, dişe dokunur konularda yazan, araştıran kişilerin azlığı, en büyük etkendir.
Kemalizmi ‘’elit’’ bir topluluğa dönüştürerek, -ki gerçek Kemalizmle uzaktan yakından alakası olmayan- Atatürk’ü ve Atatürkçülüğün topluma yabancılaşmasına yol açan güruhun, mutlak ve olumsuz bir etkisi vardır. Bu, şüphesiz düzeltilmesi gereken bir durumdur. Tıpkı yozlaştırılan dinin , özüne dönüşüne ihtiyaç duyulduğu gibi, yozlaştırılan Atatürkçülüğün de, özüne döndürülmesi gerekmektedir.

Gözüme çarpan ikinci bir husus ise, Vatan gazetesine mensup köşe yazarının söyledikleriydi. Bu zat-ı muhterem de buyuruyor ki; Can Dündar’ın yaptığı ‘’Mustafa’’ filmine kadar, doğru düzgün araştırma yapılmamış, doğru düzgün film çekilmemiş. Bu sebeple Türkiye Atatürk’ü tanımıyormuş. Hatta hatta, Kurtuluş Savaşı’nı bile ‘’Mustafa’’ filminden öğrenmiş... Bu yazar kişi , ’’ İlkokulu’’ nerede okumuş, merak ediyorum doğrusu.
Hanımefendi, siz şimdiye kadar Atatürk’ü öğrenemedinizse, bunda yazarların, yapımcıların suçu ne?
Öyle çok aramanıza da gerek yok. Herhangi bir kitapçıya veya cd dükkanına gitseniz, kolaylıkla Atatürk ile ilgili pek çok belgesel de, kitap ta bulursunuz. Tolga Örnek, Turgut Özakman, Hulki Cevizoğlu, Dietrich Gronau, Asım Aslan, Hasan Ali Yücel, Atilla İlhan, Şevket Süreyya Aydemir isimleri size hiç mi bir şey ifade etmiyor? Mustafa filminden, çok daha sağlam referansları olan, bu konuda Can Dündar’dan çok daha bilgili kişilerce üretilmiş görsel ve yazılı kaynakları, hiç mi okumadınız? Ama yok, bu endüstride illa hafif ve pop yapıtlar prim yapıyor ne yazık ki. Üstelik siz yazarsınız, nasıl böyle bir şey söyleyebilirsiniz?
Haydi bu insanları geçtim, NUTUK adlı kitabı bile okumadınız mı? Hatta Nutuk’un filmi de yapıldı belgesel olarak. Bütün bunlar varken, kalkıp da ‘’Mustafa filmine kadar, Atatürk hakkında doğru düzgün araştırma yapılmadı’’ demek akıl kârı mı?

Eğer dediğiniz biyografi anlamında ise kitap olarak zaten çok sayıda mevcut. Tamam, Atatürk’ün tüm yönlerini öğrenelim, öğrenmekten zarar gelmez. Ancak böyle bir anlayışı, onun fikirlerinden çok özel hayatını öğrenme noktasına getirdiğiniz zaman, bu bir tehlikeye delalet eder. Artık iş , magazinsel bir hale gelmeye başlar, ki magazin kültürü bir aydının şiddetle karşısında durması gereken bir olgudur.

Mustafa Kemal Atatürk, kendisi demiyor mu, ‘’ BENİ TANIMAK YÜZÜMÜ GÖRMEK DEMEK DEĞİLDİR, BENİ TANIMAK FİKİRLERİMİ, İLKELERİMİ, İNKLAPLARIMI ANLAMAKTIR.’’ diye?

Sözün kısassı dostlarım, televizyon yapımcılarının konuk, gazetelerin yazar seçerken, daha dikkatli ve seçici davranmaları elzemdir. Yoksa millet bu tür köşe yazarlarının önderliğinde, ‘’Aya bakmak yerine, ayı gösteren parmağa dikkat etmeye’’ devam eder, bir arpa boyu da yol alamaz.

Sevgilerimle

22 Nisan 2009 Çarşamba

Kültür Emperyalizmi : Adı değişse de, tadı aynı.


Bu yazımda pek çok kesimin karşı çıktığı, kimisine göre halkın yozlaşması sonucu ortaya çıkmış bayağı ve basit olan, kimisine göre şirketlerin üretim ve pazarlama maliyetlerini azaltmak amacıyla ortaya çıkarıldığına inandığı pop kültür ve onun bir üst kümesi olarak kültür emperyalizmi üzerinde durmak istiyorum.

Aşağıdaki yazı Şehy Mihridin Arusi , diğer bir adıyla Filibeli Sehbenderzade Ahmet Hilmi’den alıntıdır.

‘’… Batı medeniyetinin İslam alemine olan ihracatının çoğu ‘öldürücü zehir’ diye vasıflandırılmaya layıktır. Şurasını da itiraf edelim ki zaten gerilemeye ve ahlaki fesada düşmüş olan biz Müslümanlar, bu kabil ihracatı talepte ve kabul etmede büyük bir düşkünlük gösteriyoruz..Batı medeniyeti terkibiyle ifade ettiğimiz büyük medeniyet, elbette yalnız kötü şeylerden ve sefahatten ibaret değildir, elbette bu medeniyetin iyi karşılanmaya ve takdir edilmeye layık nice kısımları vardır. Lakin Avrupa siyaseti, mağlup ve mahkum milletlerin mahkumiyetlerinin idaresi için bize, kendileri için kuvvet ve satvet sebebi olan medeni amilleri değil, zaaf ve sefahate sebep olan içtimai amilleri vermeye meyyaldir. Biz de bütün kudretimizle bu iğrenç amilleri kapıyoruz!
Avrupalıların tahakkümü altına düşen yerlerde zırhlılar, yüksek binalar, büyük köprüler, demiryolları, tersaneler meydana getirecek mühendisler, sanatkarlar yetişmiyor. Biz onların ticaret, iktisat ve ziraat usullerine, yardımlaşma ve şefkat, fazileti himaye vs. gibi alınması feyiz ve yükselmemize sebep olacak içtimai teşkilatlarına rağbet etmiyoruz. Piyano çalmak, alafranga şarkı söylemek, modaya göre on türlü kıyafete girmek, mükemmel yemek pişirme usullerimize Frenklerin cicili bicili fakat lezzetsiz ve kaba yemeklerini tercih etmek, yürüme ve gezme tarzında bin şekilde tuhaflıklar göstermek, çocuklarımızı milliyet haricinde terbiye etmek, kendisini bu vatanın yabancısı yapacak fikirlerle doyurmak, türlü renkte alkollü içkiler yutmak, din ve fazilet hislerinden soyutlanmak, namus ve adetler hususunda şüpheci ve ilgisiz kalmak, zevk ve sefahati hayatın gayesi bilmek: İşte Avrupa medeniyetinden zengin ve fakirlerimizin almaya ve taklit etmeye kalkıştığı şeyler…’’[1]


Bu yazıda sözü geçen her şeye imzamı atamam. Katıldığımı veya katılmadığımı belirten bir beyanatta da bulunmuyorum.
Ancak konunun özü itibariyle, Türkiye’de gerçekten de ülkesine ve milletine karşı yabancılaşan, yozlaşmaya uğrayan ve ne Avrupalı ne de Türk olamayan bir kesim olduğunu hepimiz bilmekteyiz.
Magazin kültürü, sosyete yaşantısı, lüks hayat tarzı, pop kültürün sunduğu rahatlık ve haz duygusu uğruna, bilmek eyleminin gerçek saadetini kurban etmiş, son derece cahil bir neslin yetiştiği de herkesin malumatıdır.
Atatürk’ün gösterdiği yol da, bazı kesimlerce sanki buymuşçasına, batılı olmak demek, bu rezillikleri yapmak, Avrupalı Amerikalı özentisi olmakmış gibi bilinçli olarak aktarılıyor ne yazık ki.
Tabi ki modern olmalıyız. Binlerce yılın bırakmış olduğu bağnazlıkla, kadınları çarşafa sokup kendileri uçkuru açık gezenlere karşı mücadelemizi sürdürmeliyiz. Dini, tarihi bize yanlış öğretenlerle en etkin mücadele, kuşkusuz bu iki olguyu iyice öğrenmekten geçer. Sapla samanı ayırt edebilmeli, yüksek bir kültüre ulaşmalıyız. Bu açıdan, bu tip ziyan hevesler peşinde koştururken, bizi biz yapan değerleri unutmamalıyız. Bu da ancak, yüksek bir entelektüel birikimle mümkün olabilmektedir.
Evet, bilim ve teknolojide, sanatta en ileri uçta yer almalıyız. Ama batının kültürünü almak zorunda, onlar gibi yaşmak zorunda değiliz. Evrensel değerler tabi ki vardır ancak bu alınan evrensel değerlerin de gerek aydın kesim gerekse devlet eliyle bir süzgeçten geçirilip, terbiye edilmesi lazım gelir. Bu açıdan ailelere de iş düşmektedir. Gene ulu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün :’’ Terbiye ya dini olur, ya da milli. Biz dini terbiyeyi aileye bıraktık. Milli terbiyeyi de devlete bıraktık’’ sözü, bu açıdan çok manidardır.
Sözüm o ki, alıntı yaptığım bu yazıda, gerçekten de aşağılık duygusuna kapılmış bir milletin, hem başındakilerin hem de ayak takımının böyle maddiyatçı ve kendisine zevk veren bin bir türlü musibet olgunun peşinden koşturarak insanlıktan çıkması, bir yerde insanlar yiyecek ekmek bulamazken 3 sokak ötesinde bir güruhun sabahın körüne kadar basit müziklerle tepinmesi, hep bu yüzdendir. Sanki ne kadar ahlaksızlık varsa yapıp, batılılar gibi yaşarsak, o kadar modern olacakmışız gibi. İşte milli kültürümüze empoze edilen bu zehir, 20. yüzyılın başındaki hali birazcık mutasyona uğratılıp, bugün pop kültür olarak halkımıza dayatılmaktadır. Modernizasyonun M sinden haberi olmayan , burjuva-orta sınıf arası kalmış bir kesimin de, ne kadar saçmalayabildiklerini zaman zaman televizyonlarda görmüyor değiliz.
Demek ki, çağın değerleri değişse de, değişmeyen bir şey var. Emperyalistler ve kültür emperyalizmi. İsimleri ne olursa olsun…

[1] Gökçen Alpkaya, Faruk Alpkaya, Yirminci Yüzyıl Türkiye ve Dünya Tarihi, Tarih Vakfı, s.63

31 Mart 2009 Salı

Bir seçim neler gösterir?


Ülkemiz 29 mart 2009 günü bir diğer seçim hengamesini geride bıraktı. Seçimden geriye kalanlarsa sokaklardaki parti bayrakları, CHP-AKP arası demeç savaşları, izlenme oranları tavana vuran kanallar ve dikkate değer bir-iki değişiklik olmuştur.

Özellikle Istanbul’da beklenenin dışında tablolar oluştu. Sandıkların açılmasının tamamlanmasına kadar Kadir Topbaş ile Kemal Kılıçdaroğlu arasında gerçekten çekişmeli bir yarış geçti. Kazanan Topbaş oldu ancak gene de CHP’nin Istanbul’da topladığı oylar AKP’nin sarsıntı yaşamasına neden oldu. Çünkü %36.88 ile beklenmeyen bir oy oranına sahip olan Kemal Kılıçdaroğlu, AKP’nin İstanbul’da rehavete kapılmaması gerektiğini ortaya koydu. Üstelik yaklaşık 15 yıldır muhafazakar-kökten dinci kanadın İstanbul’daki yerel iktidarına rağmen.

Bir Istanbul’lu olarak gözüme takılan birkaç ilçenin seçim oranları ve nedenleri üzerinde durmak sonra da Türkiye geneli üzerine bir yorumda bulunmak istiyorum.

Özellikle Sarıyer, Beyoğlu ilçeleri ve CHP’nin Fatih’te elde ettiği oy oranı üzerinde durmak lazım geldiğini düşünmekteyim. Ekonomik kriz ve işsizlik AKP’nin yurt genelinde oyunu alçaltan bir faktör olmakla birlikte, yukarıda saydığım ilçelerde Sarıyer ve Beyoğlu’nun reyini CHP’den yana kullanması ve Fatih gibi muhafazakar bir semtte CHP’nin %29.44 lük bir oy oranı çıkarmasına yol açan en önemli faktör, kuşkusuz kentsel dönüşüm projesidir. Dolapdere, Tarlabaşı, Sulukule, Hisarüstü gibi semtlerin sakinlerinin, bu kentsel dönüşüm projesinden hoşnut olmadığı apaçık ortada. Ayrıca Kentsel Dönüşüm adı altında yıkılan pek çok tarihi eser ve AKP’nin gerek mensuplarına gerek çevresine rant sağladığı da, seçmenin gözünden kaçmamış.

Bir diğer husus ise, Güneydoğu’da DTP’nin aldığı oy oranları. Bilindiği gibi , genel kamu oyu tarafından PKK adlı örgütün siyasi uzantısı olarak kabul edilen ayrılıkçı görüşe sahip ve Kürt milliyetçiliği üzerinden siyaset yapan bu partinin topladığı oy oranı, Türkiye’de taviz verildikçe ayrılıkçı fikirlerin ve bu çevrelere verilen desteğin arttığına dair mutlak bir izlenim vermektedir. Yani açılan Kürtçe TV, Kürtçe kurslar (talep yetersizliğinden kapanmasına rağmen) AKP’nin her fırsatta Kürt kökenli vatandaşlarımıza yakın davranma çabalarının, pek de bir işe yaramadığı gözükmektedir.

Tabi ki bu duruma sebep olan etkenler de var. 2008 içersinde düzenlenen operasyonlar, başbakanın ağzından kaçırdığı ‘’Ya sev ya terk et’’ cümlesi. Başbakan zaten bir ‘’Alt kimlik-üst kimlik’’ söylemleri, bir ‘’Ya sev ya terk et’’ söylemleriyle birbirine uymayan iki uçta gidip gelerek tam bir tutarsızlık örneği sergilemektedir.

Ayrıca bir diğer husus ise bu yükselen Kürt milliyetçiliğine karşı, yükselen Türk milliyetçiliği ve karşılıklı olarak tırmanan gerilimin tehlikeli bir durum arz etmesidir. MHP de 10 tane ilin belediye başkanlığını kazanarak bu durumun sağlamasını yapmıştır.

Tabi ki bu bir yerel seçimdir. Genel seçim gibi salt ideolojik ve ekonomik sebeplere bağlanamaz ancak yine de, bu sebeplerin etkisi olduğu yadsınamaz. Kaldı ki ekonomik krizler, liberal görüşten sapmalara ve ya sosyalist ya da milliyetçi kanada doğru bir hareket başlatır. Türkiye, muhafazakar bir ülke olduğu ve sol tabanın fazla bulunmaması sebebiyle milliyetçi kanada doğru kaymaktadır.

Önümüzdeki yıllarda ise ekonomik krizin de etkisiyle , Türkiye’den yavaş yavaş çekilecek olan AKP etkisinin Türkiye’de etnik, dinsel ve kültürel köken üzerinde oynadığı oyunlarla gerçekten gerilimli bir tablo bırakarak gideceğini düşünmekteyim.