14 Aralık 2008 Pazar


Son bir haftadır Yunanistan’da çıkan olayları hepimiz biliyoruz. Türkiye’den takip ettiğimiz kadarıyla olay şu ‘’15 yaşındaki Alexandros’un öldürülmesine halk isyan etti ve dükkanları yağmalamaya başladı’’
Tabi ki Türk medyasının yansıttığı, kısıtlı bir bilgi bu. Yunanistan’daki hareket bununla sınırlı değil. Yunanlıların olaya bakışının odağında aslında hükümet var. Hükümetin, tüm devlet şirketlerini sattığı, işsizliğe yol açtığı ve krize karşı ülkeyi savunmasız bıraktığı, bu etkilerine rağmen de halktan gelen tepkileri silah zoruyla bastırmaya çalıştığı inancındalar.
Son derece geniş bir sosyal tabanı bulunan, örgütlü bir faaliyet. Sınıflararası bir çatışmaya dönüşmeye başladı bile. Dükkanların yağmalanmasının sebebi de bu zaten.
Sermaye sahiplerinin dükkanlarının yağmalanması ve devlet otoritesine karşı başkaldırının izdüşümleri birbiriyle kesişmektedir.
Yiyecek krizi, yerel örgütlenmeler ve patlama, sosyal huzursuzluğa yol açar. Savaş(veya şiddet olayları), zayıf yapılanma ve ekonomik kriz de devletsel bir huzursuzluğa sebebiyet verir.
Bu ikisi birleştiği zaman da sonuç devrimdir. Yunanistan’ın kısmen bu şartları sağladığı gözükmektedir.
Yunanistan’da ayaklananlar ezilen kesimle, ezilmeyen ancak şartların daha iyi bir şekilde oluşturulabileceğine inanan entelektüel sol görüşlü kesimdir.
Yani olay geniş çağlı bir sosyal patlamadır. Zaten yapılan grevler de bunun bir göstergesidir. Olayların durdurulması ancak iki şekliyle gerçekleşebilir. Ya hükümet istifa edecek, ya da sıkıyönetim ve ordu yardımıyla 1980’de ABD’nin uzantısı bir cuntanın yaptığını yapacak.
Anarşistler, Anarko-Komünistler, Sosyalistler, Komünistler, İsyancılar, solcular… Ne ad verirseniz verin 1968’lerde yaşananların bir benzerinin yaşandığını düşünmekteyim.
Dilerim ki bu hareket bütün dünyaya yayılır. Savaşa para bulanlar, lüks villalarda yaşamaya para bulanlar, bankaların sermayelerini kurtarmaya para bulanlar, işlerinden atılan, açlıkla mücadele eden, geçim sıkıntısı çeken, ömürleri boyunca rahat yüzü görmeyen insanlara para bulamadıkça, dilerim ki bu mücadele devam etsin.
Artık polis terörüne dur denilmeli. 1 Mayıs’ta yaşananlar, işkence ölümleri… Türk halkının muhafazakar yapısı , eğitim seviyesinin düşüklüğü, apolitikliği ve huzurdan yana olması, hakkını aramasını engellemektedir. Türkiye’de hiçbir zaman bir halk hareketi tabandan gerçekleşememiştir. Kurtuluş Savaşı’nda bile Atatürk’ün ve Kuvayı Milliye’cilerin çabası olmasaydı, o rezil durumdayken kimsenin pek bir şey yapacağı yoktu. Çünkü bu halk gerçekten yorgun, beyni yıkanmış, yenilgiye alıştırılmış.

Dilerim ki her şey daha iyi olur, söyleyecek pek fazla bir şey yok.

30 Kasım 2008 Pazar

MONTAIGNE ve SERDAR TURGUT


Bugün Akşam gazetesini karıştırırken, orta sayfalarda bir yerlerde, Serdar Turgut adlı yazarın köşesine gözüm takıldı. Normalde bu yazarı (sözüm ona) hiç okumamıştım. –Zaten gazetesini de okumam, sabah peder bey o gazeteyi almış, sıkıntıdan ben de göz gezdirmiştim. Köşesinde de Montaigne’in resmini görünce merak edip şöyle baştan sonra bir okudum.
Birkaç defa televizyonda görüp, fikirlerini basit kendisini de pek bir işe yaramaz bulmuştum zira. Bugün ki yazısını okuyunca da, zihnimde oluşturduğum bu yargıda ne kadar isabetli olduğumu anladım.
Yazısını okuduğumda çok keyiflendim. Ünlü Türk düşünürlerinden Serdar Bey, inanılmaz bir şey yapmıştı. Kendisini Montaigne’e benzetmişti. Gerçekten bu durum içimde kopan kahkahaların dışarıya hafif bir tebessüm olarak yansımasına yol açtı. Montaigne ve Serdar Turgut. Hakkını yemeyelim tabi ki, Serdar Bey de, en az Montaigne’in sahip olduğu kadar dehaya sahip, içinde bulunduğu toplumun yapısını ve eğilimlerini çok iyi tahlil eden ve çok önemli felsefi sorulara(!) cevap arayan bir yazardı.
Şöyle bir benzetme yapıyor Serdar Bey yazısında. Efendim, bazı ciddi gündem yazarları (kimlerse artık onlar bilemiyoruz) Serdar Turgut’u ‘’Penis yazarı’’ diye eleştiriyorlarmış, gayri ciddi konular hakkında yazdığı için, siyaset yazmadığı için kendisine belden aşağı vuruyorlarmış.
Halbuki yaşam sadece siyaseti içermezmiş. Mesela Montaigne de insanın gaz çıkarması hakkında yazmışmış, demek ki ille de ciddi konular hakkında yazmak gerekmiyormuş.
Kendisini bu üstün tahlil yeteneğinden ötürü kutlamak gerek. Ayrıca Serdar Turgut’la Montaigne arasındaki benzerlik hususunda cevaz vermemiz gerekliliğini ayriyeten vurgulamak istiyorum.
Ayrıca deneme türü de, ortaya çıktığından beridir, ikiye ayrılırmış. Ciddi konular ve gayri ciddi konuları ele alan denemeler diye. Daha önce duyulmamış böyle bir hadiseyi bize öğrettiği için de Serdar Turgut’a Türk halkı yürekten bir teşekkür borçludur.
Hatta ciddi yazanlar bir ekol, gayri ciddi yazanlar bir başka ekol haline bile gelmişler. Daha önce kimsenin yapamadığı bu edebiyat tarihi analizini, sadece bizim Serdar Bey yapmış. Nobel’e aday gösterilmeli bence. (O da ne kadar fiyasko bir ödülse. Sartre’ın almaya tenezzül etmediği bir ödül. Ancak bizim Orhan Pamuk gibi dahi aydınlarımız gider o ödülü almaya, bir de güzel Türkçeleriyle metinlerini okurlar. --Ek bir bilgi, ‘’NOBEL EKONOMİ ÖDÜLÜ’’ diye bir ödül yoktur. Nedense aydınından işçisine kadar pek çok kişi böyle bir ödül olduğunu sanmaktadır. Bahsi geçen ödülün gerçek hüviyeti ‘’İsveç Merkez Bankası’nın ekonomi alanında Nobel onuruna verdiği ödül’’dür.--)
Kendisinin üstün bir tahlil yeteneği olduğundan, Montaigne’in Serdar Bey’e göre gayri ciddi söz konusu yazısında, gaz çıkarmadan yola çıkarak aslında insanın yapısına ve doğayla uyumundaki dizayna dair düşüncelerini dile getirdiği, buradan da varoluşa yönelik fikirlerini beyan ettiğini belirtmek zahmetinde bulunmamış.
Velhasıl Serdar Turgut’un gayriciddi dediği konu, aslında varoluş hakkında yazılmış bir yazıdır. Varoluş meselesi de ne kadar gayriciddi yorumunu bu yazıyı okuyanlara bırakıyorum.
Binaenaleyh, Serdar Turgut, böylelikle Montaigne’le arasında çok mühim bir benzerliği göstermektedir bize.

Yazısında gördüğüm bir başka değinilmesi gereken husus da, Serdar Bey’i takmayan yazarlar. Sözüm ona bu yazarlar, eleştirdikleri Serdar Turgut’un karşısına çıkmaya çekiniyorlarmış. Serdar Bey diyormuş ki, ‘’Gelin 1 saat süreyle yazı yazalım, sonra kararı jüriye bırakalım bakalım kim daha güzel yazı yazmış.’’ Ancak bu yazarlardan, Serdar Bey’in bu çağrısına karşılık ses seda çıkmamış.
Buna hiç gerek yok Serdar Bey. Bence tek kale maç turnuvası yapın, kazanan yılın yazarı olsun. Acaba Serdar Turgut’un bahsettiği yazarlar, sakın onu kale almıyor olmasınlar? Hey gidi terbiyesizler.
Serdar Turgut’u, Emre Aköz eleştirmiş bi de. Emre Aköz de bildiğiniz üzere, bir diğer önemli düşünürlerimizdendir. Zaten Serdar Turgut’un dengi de ancak, Emre Aköz gibi oturmasını kalkmasını bilmeyen, canlı yayında bacak bacak üstüne atıp, ağzını yaya yaya konuşan bir hanzodur.
Bence Serdar Turgut’la Emre Aköz canlı yayında birbirlerine laf koyma yarışması yapsınlar. En adil yarışma bu olurdu. Çiçek Abbas’la Şakir Ağabey’sinin yaptığı gibi tıpkı.
Durum böyle olunca da Serdar Turgut’un ‘’Penis’’ hakkında yazdığı yazı eminim ki,
-Benim penisim senin penisinden uzundur, canlı yayında ölçtürelim kararı jüriye bırakalım!
Seviyesinden daha yukarı çıkamamıştır . (Yazısını okumadığım için, sadece tahmin yürütüyorum.)
Sözün kısası, gazetelerde böyle yazarları gördükçe, Türkiye’nin niçin dünyanın bu kadar gerisinde kaldığını anlamak, hiç de zor değildir.

31 Ekim 2008 Cuma

Rondo Senfoni


Bir duman çıktı önce,
Yokken daha toprak ortada
Ve saçıldı evrenin sırları ortaya.
Sırlar belirledi sınırları,
Ne denizler vardı ne dönence.

Sonra iki yağmur tanesi düştü toprağa.
Töz belirledi kaderlerini.
İki yağmur tanesi önce dere oldu.
Sonra ırmak,
Irmak göle dönüştü, göl de denize.
Binlerce şey yazıldı haklarında;
Oysa kimse bir şey bilmiyordu!

Anlamaya çalıştık sırları göğe bakarak.
Kimi zaman dalarak içimize...
Bildiğimiz tek şey hiçbir şey bilmediğimizdi!
Işığını takip ettik apriorinin,
Kurtulmanın umuduyla.
Kimi zaman ayrı tuttuk tinle şekli,
Birleştirdik kimi zaman.
Yap boz misali...

Ardılları denizin, reddettiler bu dünyayı!
Önce şehirleri gezen bilgeler vardı.
Onları, bilgeleri anlatan bilginler,
Bilginleri şehirlerden çıkmayan tiranlar izledi;
Tözün ışığını ellerinde tutan.
Nasıl bilebilirdik bizden çok önce olanı,
Olacağı bilemeyeceğimiz gibi?

Bin yıl yaşadı insanoğlu bu karanlıkta.
Duman unutuldu, gökteki sır sayfalara indirgendi.
Kimse sorgulamadı,
Ta ki dönmeye başlayana kadar dünya tekrardan.

Hatırladılar doğayı, bilimi ve aklı.
Birbirlerini öldürdüler çıkarları uğruna.
Hem kendilerini yücelttiler,
Başkalarını aşağıladılar hem de.
Kılıçlarının ucunda dönmeye başladı dünya!

Tinle şekil gene ayrıldı.
Belirgin bir biçimde hem de!
Dünya hatırlandı, töz unutuldu!
İnsanlık kıvranmaya başlamıştı artık,
İyiyle kötünün savaşında.

Kimisi kendini yaratana tapmaya başladı,
Kendi yarattığına kimisiyse.
Kontrolden çıkmıştı her şey!
Işığında apriorinin ,
Ve rehberliğinde bilginlerin...

Aşkı hatırladılar,
Birkaç yüzyıl sonra unutacakları aşkı.
Karanlık, gizemli, ezoterik ,çekici geliyordu onlara.
Çırpınışları onları batırıyor ve çıkarıyordu sürekli!

Bilginlerle bilgeler çarpışmaya başladı ardından.
İki tarafın da silahları güçlüydü.
Acımasızdı iki taraf ta.
Kimin iyi, kimin kötü olduğu bilinmiyordu ama,
İnsanoğluna oluyordu olanlar.

Dumanı hatırladılar bu arada,
Şehirleri duman kapladı!
Yer ve gök onların kontrolünde sandılar.
Ve başkaldırdılar.
Kimisine göre cesurca,
Nankörce kimisine göre.

Bu destansı ve gıpta edilecek kadar basit hikayede,
Kimleri gördü dünya,
Ve dünyayı kimler gördü ama,
Hepsi göçtü.
İyisi, kötüsü, gerçekçisi ve romantiği,
Hepsi gittiler ardından miraslarını bırakarak,
Deneyimlediklerine akıl sır erdiremeden.

Ve insanlık birbirine girdi!
Tekrardan kandırılmaya başlandı insanlık!
Kendisinden başkasını düşünmez oldu kimse!
Bilinenlerin hepsinden şüphe edilmeye başlandı,
Bilindikten sonra şüphe edilenler.

Bu dünya kimleri gördü,
Kimler gördü bu dünyayı...
Önemi kaybolur hepsinin,
Aydınlıkla karanlığın uyumlu savaşımında.

Devam edecek bu devinim böyle,
Küçük ve büyük evren yok olana kadar.
Gelene kadar adalet günü...
Geldiğinde şükredeceğiz ve korkacağız bir yandan,
Çünkü ancak o zaman anlamış olacağız,
Gerçeği!

16 Ekim 2008 Perşembe

İnsan Üzerine


İnsan düşünen bir hayvandır, insanları tanıdıkça hayvanlara saygı duyuyorum.
Aristoteles


Bir uçağı arabadan farklı kılan şey nedir? Yani neden arabaya araba, uçağa uçak diyoruz? Neden ikisine de araba demiyoruz? Tam olarak hangi noktada ayrılmaktadırlar?

Şimdi bir karşılaştırma yapalım ikisi arasında. İkisinin de tekerlekleri var. O halde tekerleği olması uçağı uçak yapmaz.

İkisinin de pencereleri var, ikisi de karada gidebiliyor. Ancak uçak uçaktır, araba da arabadır. Neden?

Uçağın kanatları vardır ama arabanın kanatları yoktur çünkü. Bu yüzden mi? Peki bir arabaya kanat eklersek, o uçak mı olur? Hayır tabiî ki, kanatlı bir araba olur sadece.

Sözün kısası, uçakla araba işlevleri yönünden birbirlerinden tam olarak ayrılabilirler. Yani uçaklar uçabilir, ama arabalar uçamaz. Bu yüzden bir uçak , bir arabadan farklıdır.

Peki işlev yönünden aynı olan iki nesneyi ele alalım şimdi de. Uçak ve helikopter. İkisi de uçabilmektedir, peki bu ikisi tam olarak hangi noktada ayrılmaktadır? İkisinin de pervanesi, kanadı kuyruğu var. Peki neden uçağa uçak diyoruz da, helikoptere uçak demiyoruz?

Burada da işlevlerinin nitelikleri ölçüsünde birbirlerinden ayrılmaktadır. Evet ikisi de uçar, ama uçaklar helikopterlerden daha hızlı uçar, daha çok yolcu ya da yük taşıyabilir.

Şimdi de nesneleri iyice birbirine yaklaştırıp işimizi zorlaştıralım. Bir jet uçağı ile planör arasındaki fark nedir? Burada da gene aynı mantıkla düşününce kolayca, jet uçağının daha hızlı uçması, planörün daha yavaş uçması sonucuna varırız. Jet uçağını planörden daha değerli yapan şey de budur.

***

Aristoteles canlıları sınıflarken, varlıklarda değişmeyen özellikleri, özlerine ilişkin yapısal esasları baz alarak onları ayırmıştı. Daha önce ‘’Şehir ve Elitler Üzerine’’ adlı yazımda buna daha detaylı değinmiştim. Sonuç olarak, insanlarla hayvanların ayrıldıkları nokta insanın düşünebiliyor olmasıydı.

Peki o halde uçaklar nasıl arabalardan uçma özellikleri sayesinde ayrılıyorsa, insanlar da hayvanlardan düşünebilme yetenekleri sayesinde ayrılabilmektedir.

Ancak Aristoteles bilimin görece ilkel olduğu bir dönemde yaşadığı için bir noktayı atlamıştı. Bugün hayvanların da düşünebildiklerini, kendi zihinlerinin, insanlar gibi olmasa da çalıştıklarını ve kendilerine ait bir bilinç oluşturduklarını biliyoruz. Hayvan da insan da düşünebilmektedir. Ancak bu düşünme işlevinin niteliği tıpkı uçakla helikopteri ayırdığı gibi, insanla hayvanı ayırabilmektedir.



Ve insanlar…Her insanın bu düşünme işlevi aynı boyutta mıdır? Eğer ki işlevsel nitelikleri penceresinden bakacak olursak, insanların sınıflandırılması bu şekilde yapılabilir ancak. Nasıl ki uçma işlevinin niteliği bakımından , jet uçağıyla planör arasında keskin bir ayrım yapabiliyorsak, bu ayrımı insanlarla arasında da yapabiliriz.

Yani uçmak gibi, düşünmenin de niteliği değişmektedir. Etkin düşünmek, daha çok düşünmek, yaratıcı düşünmek… Bunların hepsinin sonucunda ise bilince varırız. Bir insanı diğer bir insandan daha değerli kılan şey de işte budur. İnsanlar arasındaki düşünme niteliğini farklılığını ise esas olarak üç faktör oluşturur. Bilgi seviyesi ve düşünebilme kapasitesi ve bu potansiyellerini ahlaki olarak kullanabilme becerisi.

Aritmetik olarak bu özelliklerin toplamı, bir insanı diğer bir insandan daha değerli kılar. Yani para, mal mülk, statü gibi şeyler bir insanı diğer bir insandan üstün kılamaz. Daha anlaşılır olması için şöyle bir karşılaştırma yapabiliriz:
Bir eşeğin altın bir semeri olsa, bu belki bir insanın üzerindeki kıyafetlerin maddi değerinden daha yüksek bir pahaya ulaşabilir. Yani maddi açıdan çok değerli bir eşek olur ama sadece bu kadar. Bu eşeği insandan daha üstün kılmaz.
Çünkü eşeğin bilgi birikimi yoktur, düşünebilme kapasitesi son derece kıttır ve çok kısıtlı potansiyelini de ahlaki olarak kullanamaz. Sadece altın bir semerle dolaşır, otlar, ihtiyaçlarını giderir. Yani hepimizin bildiği üzere, eşeğe altın semer de vursanız eşek yine eşektir.

Aynı şekilde bir insanın kıyafetlerinin çeşitli markalardan oluşması, statüsü, daha fazla mülke sahip olması veya cebinde daha fazla para taşıması, onu başka insanlardan üstün kılamaz.

Çok fakir ancak çok bilgili , düşünsel anlamda çok gelişmiş ve bu özelliklerini ahlaki bir şekilde kullanan kimseler; bilgi birikimi kıt bu ölçüde düşünebilme kapasitesi sınırlı ve sonuç olarak da bu özelliklerini (kıt ta olsa) kullanmayan birisinden daha değerlidir.

Gerçek budur ve yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Post-modern çağla birlikte de zaten insanların bu yöne doğru eğilimleri başlamıştır yavaş yavaş. Tibet’teki Budist rahipleri, Anadolu tasavvufçularını, Avrupa filozoflarını ele alırsak, demek istediğim durum zaten apaçık gözükecektir.

Ancak maalesef hala genel itibariyle insanlık (bu oluşturulan sistem sonucudur çünkü kapitalizmde esas olan şey, parasal zenginliktir) hayatlarını bu gerçek olmayan yol üzerinde şekillendirmektedirler.

Çünkü insanlık yukarıda bahsettiğim sınıflandırmayı yapamamaktadır. Çünkü bir şekilde bu maddi güç, kendine bir sistem yaratarak diğer insanları hegamonyası altına almaktadır.

Ancak, bu gene de önemli değildir. Gelip geçici bir durumdur. Çünkü 20. yüzyılın ilk yarısında dünyanın en zengin adamının kim olduğunu kimse bilmemektedir ancak Einstein’ın ismi herkesçe bilinmektedir.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Sistem Değişiyor - Kapitalizmin Dİyalektiği Üzerine


1873- 1914 1914-1929 1929-1978 1978 – 20??

Yukarıdaki rakamlar kapitalizmin diyalektik sürecine aittir. Yani şu demek oluyor ki, yaklaşık her 25-30 yılda bir kapitalizm iki uç nokta arasında devinim geçirmektedir.

Kapitalizmin 4 süreci olan;
Yeniden yapılanma
Refah
Resesyon (Durgunluk)
Depresyon (Çöküntü)

Süreçlerinin yaşanması ve son bulması kapitalizmin yapısı gereği 25-30 yıl içerisinde olmaktadır. Tabi ki bu süreçleri yavaşlatan veya hızlandıran, sosyal ya da siyasi faktörler de bulunmaktadır işin içerisinde ancak genel anlamda bir bakış atıldığı zaman, durumun bu olduğu kolayca görülmektedir.

Bu diyalektik süreçte , dünya ekonomisini yöneten aktörlerin de kararlarında iki yönlü değişiklikler gözükmektedir. Yukarıda yer alan yılların birincileri kriz (depresyon) ve ardından yaşanan diğer 3 süreç, ikincileri ise ikinci bir kriz ve sistem değişikliği yıllarıdır.

Kısaca bahsedecek olursak, 1873 büyük buhranı (bugün ABD’de yaşanan bankacılık krizinde –birkaç ay öncesine kadar resesyon(durgunluk) denirken artık bugün tüm ekonomi programlarında ‘’kriz’’ olarak bahsedilmektedir ki, daha önceki yazılarımda da, böyle olacağından bahsetmekteydim- yaşananlarla büyük benzerlik göstermektedir) sonucunda sermayenin paylaşım savaşında 1. Dünya Savaşı çıkmış, ardından da yaşanan çalkantılı dönem sonucu 1929 krizi çıkmış ve dünyada ekonomik açıdan büyük bir sistematik değişim yaşanmıştı. Daha sonrasında da bu süreci etkileyen başta da belirttiğim gibi siyasi bir faktör işin içine girmiş (ikinci dünya savaşı) bu süreci etkilemişti. İkinci dünya savaşı olmasaydı eminim ki 1978 yılı daha geri tarihlere çekilecekti.

Sistemin tekrar tıkanmasıyla tekrardan 1978’de bir sistem değişikliğine gidilmişti. Ancak bugün görülmektedir ki bu değişiklik tekrardan yaşanmaktadır, somut örnekleri önümüzde durmaktadır.

Burada ilginç bir nokta da, teknolojik değişimlerin kapitalizmin kriz yaşama sürecini hızlandırmasıdır. Kapitalizm tarihi analiz edildiği vakit bu olayca gözükecektir.

17 Eylül 2008 tarihi itibariyle FED, ABD’nin en büyük sigorta-finans kuruluşu olan AIG’ye 85 milyar dolarlık bir kredi vereceğini açıkladı. Ancak burada öyle bir nokta var ki, artık dünya ekonomisinin depresyona girdiğinin ve sistematik değişimin yaşandığının apaçık delilidir.

O da şu; bu 85 milyar dolarlık kredi karşılığında AIG’nin hisselerinin %80’i FED’in kontrolüne geçmiştir! Yani artık devlet, ekonomiye para politikaları dışında, bizzat müdahale etmektedir.

Zaten kapitalizmin diyalektiğinde de durum bundan farklı değildir. Önce serbest piyasa ekonomisi politikaları ve serbest ticaret, ardından devletçi politikalarla milliyetçi korumacı dış ticaret ve akabinde bir krizden sonra gene serbest piyasa ekonomisi... Bugün de gene devlet müdahaleli politikalar vemüteakiben milliyetçi korumacı politikalar gelecek.

Ancak burada gözden atlanan bir nokta var. Bu bile yeterli olmayacaktır ve emisyon sebebiyle durgunlukta orta vadede stagflasyon (durgunluk döneminde enflasyon) gözükecektir. Gözden atlanan nokta ne peki?

Gelir dağılımı adaletsizliği. Korkarım ki, kriz daha da derinleşecek ve sadece ekonomi yapısında değil, devletlerin yapısında da düzenlemelere gidilecek. Artık bu kriz, serbest piyasa paradigması içinde halledilebilecek bir kriz değildir.

Çünkü bu verilen krediler veya FED’in piyasaya sürdüğü paralar, gene kısıtlı bir grupta toplanacaktır. Bu sadece piyasaları rahatlatmaya ve krizin tam anlamıyla gelme süresini uzatmasına yönelik bir eylemdir.

Sorun, bugün finans piyasasının reel sektörün önüne geçmesi ve gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Çünkü bu kriz tüketim kaynaklı bir krizdir. Tüketimdeki yavaşlama dolayısıyla ortaya çıkan bir krizdir. Durum böyle olunca, faiz de indirseniz, şirketlere kredi de verseniz bunlar sadece bu süreci uzatır, başka hiçbir işe yaramaz ve günlük önlemlerdir.

Tüketimin eninde sonunda sadece bir kalemi vardır, ücretli çalışanlar grubu. Bu ücretli çalışanların eline yeteri kadar para geçmediği vakit, bu kriz kesinlikle aşılamaz, sadece süresi uzatılır.

Ancak dünya ekonomisini yönetenlerin fundamentalist (kökten serbest piyasacı) yaklaşımları sebebiyle de, çözüm gözlerinin önünde olsa dahi bu yaklaşımdan çekinmektedirler.

Yani sorun rakamlardan çok bir anlayış sorunudur. Kriz, serbest piyasa krizidir. Reel sektörün artık finans sektörünün önüne geçmesi şarttır. Kriz artık değişim ve devletçi ekonomi zamanının geldiğini göstermektedir. Şahsi kanaatim, başta ABD olmak üzere geçmişe nazaran gelir kaybı yaşayan İngiltere benzeri ekonomilerin, serbest dış ticareti terk etmesi ve milliyetçi korumacı politikaları yürürlüğe koyacağı yönündedir. Bakalım ABD ve IMF, ne zaman böyle bir ekonomik anlayışa geçecek?

24 Ağustos 2008 Pazar

Yasal Ahlâksızlık


Başta dünyanın merkez ülkesi ABD’de başlayan ve her geçen gün tüm dünyaya ve finansal sektörden, reel sektöre de sirayet etmeye başlayan ‘’resesyon’’ (durgunluk) yaşanan ve önümüzdeki birkaç yıl içersinde ‘’depresyon’’ (çöküntü)’ ye dönmesi muhtemel günlerin yaşandığı bu günlerde, okuduğum bir gazetede şöyle bir haber gözüme çarptı :

‘’Lüks Tüketim Kriz Tanımıyor!!!’’

Haberin içeriği ise şöyleydi: ‘’ Dünya kriz çığlıkları atıyor ama lüks tüketim tıkırında. Zenginler, köpeğinin tasması için bile 1.8 milyon doları gözden çıkarıyor. Victoria’s Secret’in 15 milyon dolarlık çok özel iç çamaşırı, takımları korumalı araçla eve teslim , satılıyor.’’

1.8 milyon dolar, bir köpeğin tasması için!!! Şu anda bu yazıyı okuyanlar arasında, 5 yıllık geliri 1.8 milyon dolar olan var mıdır, bilmiyorum. Ancak bu haber şöyle bir çarpıklığı ortaya koymaktadır.

Dünya üzerinde dolaşan toplam paranın, 1.8 milyon dolarlık kısmı, bir defada tek bir özel ele geçti . Yani bu 1.8 milyon dolar, ne tüketicinin esas ayağını oluşturan ücretli çalışanların eline geçti ne de toplum adına bir menfaate dönüştü.

Adam Smith, ‘’Kavimlerin Zenginliklerinin Kaynağı’’ adlı kitabında, tüketicinin rasyonel davranacağını varsayıyordu. Adam Smith’i müteakiben, kimliği bugün belli olmayan bir Fransız, yüzyıllardır yaşadığımız yasal soygunun sloganı haline gelecek ‘’bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’.’ yani daha basit anlamda devlete ‘’ Gölge etme başka ihsan istemeyiz.’’ diye seslenmişti.

Şimdi yaşadığımız bu yasal soygun sisteminde, bu iki çıkış noktasını referans olarak alıp, bir iki sonuçtan bahsetmek istiyorum.

Bu iki söylemi birleştirdiğimizde, şöyle bir anlam çıkıyor: ‘’İnsanlar her daim akılcı hareket eder, öyleyse onları başıboş bırakınız istedikleri gibi hareket etsinler.’’

Adam Smith bir ekonomist değildi. Ahlak felsefecisiydi. Yaklaşımı kendi koyduğu varsayımsal koşullar çerçevesinde belki ahlaki görünebilir ama, bugün birisinin köpeğinin tasmasına 1.8 milyon dolar harcaması, hangi ahlaki kuralla bağdaşır?

Demek ki bunların gözünde, dünyanın geriye kalan 5.5 milyarlık nüfusunun, bir köpek kadar değeri yok!

Üniversitede okurken, aldığım küreselleşme adlı derste, yaşı geçkin bir ekonomi profesörümüz şöyle demişti hiç unutmam : ‘’ Avrupa’da noel kutlanırken, büyük bir ekonomik canlılık yaşanıyor. Şimdi bizde de Ramazan böyle festivallere dönüştürülse, milletimiz sokağa çıksa alışveriş yapsa, kötü mü olurdu?’’

İşin ekonomik yönünden haklı olabilir. O kısmına değinmeyeceğim, ancak bu yaklaşım, dini ekonomiye alet etmektir . Güzel ülkem yıllardır , dini siyasete alet etme konusu üzerinde ,sancılı devinimler geçirirken, dinin ekonomiye alet edilme yönü hiç düşünülmemiş.

Bu yaklaşımı kısaca nasıl nitelendirebiliriz peki? Din felsefesine göre bu yaklaşım ‘’haram’’ dır. Ahlak felsefesine göre ‘’kötü’’ dür.

Ayrıca Adam Smith’in öne sürdüğü gibi de ahlaki değildir. Ahlaksızlığın daniskasıdır, yasal ahlaksızlıktır.

Ve insanlar, namusu çok klişe bir söylenişle ‘’iki bacak arasında’’ ararken, yüzyıllardır bu ahlaksızlık içersinde, fark etmeden yaşayışlarını sürdürmektedirler. Namus kavramı, artık dürüstlük kavramıyla birlikte anılamaz olmuştur.

Bu bahsettiklerim, kurulu sistemin kendi içindeki ufak bir çelişkisidir. Bir de karşıt taraftan bu sisteme bir bakış atacak olursak, şunu göreceğiz, kimileri çöplerden yiyecek ekmek bulmaya çalışırken, kimileri köpeğinin tasmasına 1.8 milyon dolar harcayabiliyor.

Herkesin sadece bir hayatı olduğu göz önüne alınırsa, bu apaçık bir soygundan başka bir şey değildir. Bu durum tecavüzdür, gasptır, hırsızlıktır, zinadır, domuz eti yemektir, gıybettir, şeytanın öğretisidir. Ancak dünya üzerinde ufak bir grup dışında kimse bu vaziyete ses çıkarmamaktadır.

Bu durum, gün geçtikçe de daha vahim bir vaziyet almakta, verdiği zararlar insanlığı da geçerek, artık yaşadığımız dünyaya zarar vermeye, onu yok etmeye başlamıştır.

Evet, serbest piyasa ekonomisinden söz ettiğim aşikardır. Ve yaşadığımız dünya yok edilirken, bu dünyayı yok edenlerin Mars’ta hayat belirtileri bulması büyük bir heyecan ve sevinçle karşılanıyor. Ne büyük bir ironi…

Dünya üzerinde birileri doğup, birileri ölürken babadan oğla geçme , liberal demokrasi adı altında gerçekleştirilen bu saltanat düzeni, tüm insanlığın etrafında örümcek ağlarını örmeye devam ediyor.

Örümcek ağı derken, yasal örümcek ağları. Onların (?) yasallığı (!) . Yani;
Yasalar örümcek ağı gibidir, güçlüler delip geçerken, güçsüzler takılır ve ölür.

Yazık!

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Eksik Şiir

Ne zamandır duymuyorum çığlıklarını
Çocukların ,oynayan sokaklarda
Kim bilir ne zamandı
Attığım topun yıkışı, koca taş kuleyi
Artık hepsi hatıralarda

Ne zaman hürriyete doğru bir şarkı söylense
Burkulur için, pamuk şeker pembesinde
Ah, çıksa çocuklar dışarı, eğlense
Keşke, derim içimden

Ne yaptılar bilmiyorum o çocukları
Oynayamadıklarından ötürü sokaklarda
Kim bilir neden çıkmıyorlar dışarı
Dolaşsalar ya tekrar sokak aralarında

Sonra baksam camdan,
Haykırsam
Hürriyete doğru bir şarkıyla
Ve ellerim kelepçelense
Çıksam tahta sandalyeye
Boynumda Urgan

Çocukluk hayallerimizi çaldılar bizim
Ne zamandır duymuyorum çığlıklarını
28 sene olmuş tam, geleli popülizm
Takalı boynuma prangalarını

Sokaklarda oynayanları hatırlarım
Onların çocukları ev hapsinde
Ve ne zaman hürriyetten bahsedilse
Burkulur içim,
Garba doğru başımı eğerim
Bir gözyaşı düşer, sızlar ayaklarım

8 Ağustos 2008 Cuma

Kıvılcım Ateşlendi mi?


08 Ağustos 2008 itibariyle, Rusya önce Gürcistan’daki hava üslerini bombalayarak ardından zırhlı birliklerle Gürcistan sınırından içeri girerek, Gürcistan’a savaş ilan etmiş oldu. Bu beklenen bir durumdu, zaten Güney Osetya-Kuzey Osetya sorunu yaklaşık 1.5 yıldır Rüsya-Gürcistan arasında büyüyerek devam etti.

Rusya ile Gürcistan arasında esas sorun, Saakaşvili’nin iktidara gelmesiydi. Tıpkı Ukrayna’da Yushchenko’nun iktidara gelmesi gibi. Ukrayna ve Gürcistan’ın şu açıdan benzerlikleri var, siyasi olarak bu iki ülke de ikiye bölünmüş durumdalar. Batı yanlıları ve Rusya yanlıları olmak üzere.

Bu iki ülkenin de mevcut iktidarı, sırtlarını batıya dayamış, batı tarafından pohpohlanmaktadırlar. Ancak Rusya tarafından olası bir müdahale karşısında ise (özellikle AB) sessiz kalmaktadır. Mesela 2007 kışında Rusya Gürcistan’a doğalgaz gönderimini durdurmuştu. Gürcüler o kışı ısınamadan geçirdiler. Aynı şekilde Ukrayna, AB tarafından arkasından hançerlenmiştir. Zira, Rusya’dan Avrupa’ya (özellikle Almanya) enerji hattı üzerinde bulunan Ukrayna bunu bir koz olarak kullanabilmekteydi ancak 2008 yılında gene, AB-Rusya bir ikili enerji hattı anlaşması imzaladı ve bu yeni hat Baltık Denizi’nden geçecek. Buna Ukrayna’nın tepkisi ise bir işe yaramadı, zaten tarihte de, bugün de güçsüz bir devletin feryatları , eğer büyük devletlerin o bölgede bir çıkarı yoksa hep kulak ardı edilir. Ukrayna da bu durumda AB tarafından kandırıldı. Zaten Soros vakıflarının özellikle Doğu Avrupa ve Türki Cumhuriyetlerde, istihbarat faaliyetleriyle ülkenin pek çok yerine sızarak (buna Türkiye de dahil), kamu oyunu Batı-ABD yanlısı olma yönünde değiştirmektedir. Ukrayna ve Gürcistan da, kadife devrimler adı verilen bu devrimlerde iktidarın Batı lehine el değiştirdiği iki ülkedir.

Bu kadife devrimleri yapılan ülkelerin en büyük özelliği ise, ya direkt enerji kaynaklarına sahip olmaları ya da bu hatların batıya ulaştırılmasında kullanılan güzergahın üzerinde bulunmasıdır.

Fakat bu sefer durum değişik. Çünkü , şimdiye kadar Rusya’dan ilk defa bir askeri müdahale gerçekleşti. Putin’in göreve gelmesinden beri, Rusya’da milliyetçilik ve yeni-emperyalizm sevdası yükselişe geçmiştir. Rusya, ABD karşısında ikinci bir kutup olmayı hedeflemektedir ve bunu da sık sık dile getirmektedir. 2008 İlkbahar’ında AB ile olan silahsızlanma anlaşmasını tek taraflı kaldıran Rusya, ABD’nin dünya hegamonyasında en önemli tehdit olan İran ve Çin’e de her fırsatta açık açık destek vermiştir.

Yani bütün dünya, ABD-AB ile Rusya-Çin arasında bir satranç tahtasına dönmüş, taşları ise bu ülkelerin çevrelerinde kutuplaşmış ülkeler oluşturmaktadır.

ABD siyasi,kültürel,ekonomik ve askeri boyutları bulunan, Katar’dan Cebelitarık’a kadar uzanan BOP projesi çerçevesinde, gerek direkt gerekse endirekt olarak Rusya ve Çin’in etrafını çevirmektedir. Bu ülkelere askeri harekat düzenleyebileceği jeo-stratejik yakınlığa sahip ülkeleri kendi safına çekme gayretindedir. Ukrayna,Gürcistan, Kosova, Afganistan, Özbekistan bunlardan bir kaçıdır.

Ve Rusya artık gözdağı vermekten de öte, kendisi için hazırlanan bu oyunu çok geç olmadan bozmak için, Gürcistan’a müdahale etmiştir. Yoksa tabi ki iki emperyalist ülke olan ABD ve Rusya’nın, Osetya halkını düşündüğünü farz etmek, cehalette başka bir şey olmaz.

Peki şimdi ne olacak? ABD’nin Gürcistan gibi maşa devletlerle Rus Emperyalizmini tahrik ettiği zaten ortada ama Ruslar bu hareketleriyle dünya kamuoyu önünde haksız duruma düşmüştür. Bu da ABD’nin bu duruma müdahale olanağı bulmasını kolaylaştırmaktadır.

ABD’nin Orta Doğu dışında en önemli enerji kaynakları, Güney Amerika ve Orta Asya’dır. Orta Doğu’ya müdahale etmiştir, Irak savaşıyla. Güney Amerika’ya ise istihbarat anlamında girişimi başarısız olmuştur ve Haziran ayında 4. filoyu tekrardan inşa etme kararı, Güney Amerika’ya da bir askeri harekat planı içersinde olduğu şeklinde yourmlanabilir.

Şimdi de Orta Asya-Kafkasya enerji kaynaklarına müdahalesi için bir fırsat doğmuştur. Gürcistan’ın Bakü-Ceyhan petrol boru hattı üzerinde olması ve Rusya’ya komşu niteliğinde bulunması sebebiyle ABD’nin buraya müdahale etmesi büyük bir olasılıktır. Zaten ekonomisi artık kaçınılmaz olarak buhrana sürüklenen ABD’nin, kendisini kurtarmak için bir dünya savaşı çıkarması kaçınılmaz gözükmektedir. Rusya’nın da bu müdahaleleri ABD’nin ekmeğine yağ sürmektedir.

Ancak Rusya’nın da ABD’nin bu müdahalelerini önceden sezdiği bir gerçektir. Zira kendi ülkesinde, Putin yönetimi halka büyük bir batı düşmanlığı aşılamakta ve ordusunu güçlendirecek teknolojik atılımlar yapmaktadır. Ayrıca Rusya özellikle 2004 yılından beri içine kapanmaktadır.

Seçeneklerden birisi de ateşkes sağlanması ama bunun gerçekleşeceğini düşünmek hayalcilik olur. Fikrime göre Rusya en dibine kadar gidecek ve Gürcistan hükümetini devirecektir. Buna da ABD’nin tepkisi ne olur bilinmez ama eninde ya da sonunda ABD askeri bir müdahale ile cevap verebilir. Zaten Polonya’da konuşlanan füze-kalkan projesi, Kosova’nın bağımsızlığı, ABD’nin Rusya politikalarını anlamak için yeterince açıktır.

Rusya da, ABD’nin olası saldırısına Avrupa’ya saldırarak karşı verecektir. Böylece 3. Dünya Savaşı başlamış olacaktır. Zaten artık kapitalizm, 1. Dünya Savaşı’ndan beri ikinci defa ülkeler arası rekabet düzeyine gelmiştir. (2. Dünya Savaşı’nı ayrı tutuyorum, 2. Dünya Savaşı’nda ekonomiden çok daha başka boyutlar ihtiva edilmekteydi.)

Daha önce, Nisan ayı’nda gene bu blogdan, ekonomik-siyasi-askeri-kültürel gelişmelere dayanarak, bir dünya savaşına dünyanın 1939’dan beri ilk kez bu kadar yaklaştığını söylemiştim. O dönemden şimdiye kadar, gelişmeler daha da tırmanarak gerginleşti. Şimdi bunu tekrarlıyorum, artık bu savaşın kutupları da belli olmaya başlamıştır ve bu fazla uçarı bir tahmin değildir.

Dünya Savaşı’nın bu çağda imkansız olduğunu söyleyenler, gelişmeleri daha iyi analiz etmeliler. Çünkü ABD’nin amacı ve Rusya’nın cevabı somut işaretler oluşturmaktadırlar.

Ve gerçek şu ki, bazı yer altı yapılanmalarının ürünü olan Bush ile , 21. y.y’lın Hitler’i Putin’in, bu satranç oyunu dünyanın canına okuyacaktır. Zafer hırsının sarhoş ettiği bu iki başkanın sorumsuzluğu, dünya için büyük felaketlere yol açacaktır.

Bu savaşın kıvılcımı da, Gürcistan savaşı olabilir mi? Göreceğiz...

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Hüzün


Hüzün
Ufacık rüzgarla yere düşen
Kuru yapraklar ve çıtırtıları
Veya külrengi bir sabah vakti
Bulutların yolculuğu,
Ayçiçeklerinin boyunlarını bükmesi hüzün
Hüzün, bir geyiğin iniltisi ölürken
Bir bebeğin ağlaması
Dünyanın haline, doğarken

Ve yüzün
Hep hatırlayacağım silüetidir
Katedralin rengarenk kubbelerinin

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Şehir ve Elitler Üzerine



Karanlık, bulutlu ve ıslak bir gün. Siz çökmüş sokaklara ve insanlar her zamankinden daha miskin. Bu şehirde, sıcak mevsimlerde karanlık sabahların sayısı fazlaca değildir. Şehir, insana yaşam sevinci aşılar, yaşadığını hissettirir, sonra günlük karmaşasının içinde insanı yorar, günün sonunda da insanın yaşam enerjisini alır ve bezdirir.
Küçük bir anlaşma gibi yani. Önce gerekli yetiyi sana veriyor, sen de işlerini hallediyorsun, günün sonunda da geri alıyor senden, ödünç verdiği yaşam enerjisini. Şehir, kalabalık şehir insanı yoruyor. Sağa sola koşturan insanlar, bu insanlara bir şeyler satmaya çalışan seyyar ya da sabit satıcılar… Sonra çalışmak, ölene kadar çalışmak! Ölmemek için çalışmak, ama eninde sonunda ölüyorsun zaten. Doğmak, büyümek, olgunlaşmak ve sona ermek. Bunu bir devekuşu da bir insan kadar iyi yapabiliyor zaten.
Aristoteles, evreni sınıflandırdığı zaman, varlıkları ikiye ayırmıştı. Canlı ve cansız varlıklar. Canlı varlıkları da bitkiler ve hayvanlar diye sınıflandırdı. Sonra da Hayvanlar-İnsanlar diye ayırdı. Bu ayrımda, biçimsel farklar, Aristo’nun kıstasıydı. Biçimsel derken, kastedilen ise, bu varlıkların özüne ilişkin bazı yapısal esaslar. İnsanları hayvanlardan ayıran özellik, bilinçlerinin olması düşünebilmeleriydi. Belki de antik çağda insanlar düşünebiliyorlardı, kim bilir?
Laf oyunu bir yana, antik Yunan’da sitlerde yaşayanların hizmetçileri, köleleri olduğundan, düşünmeye vakit bulabiliyorlardı. Kimdi bu sitlerde yaşayanlar? Doğuştan ya da sonradan kazanılma statüye sahip olan bazı elitler.
O zamanki tabloyu da bugüne uyarladığımız vakit bu elitlerin halen var olduğunu söyleyebiliriz. Fransız ihtilali sözde özgürlüğü getirmişti ama Rousseau bile ‘’insan özgür doğar ama her yandan zincire vurulmuştur’’ demiş.
Sözün kısası, bu sistem içersinde doğduğumuz zaman, bağımlı olarak doğuyoruz. Bahsettiğim maddi bir bağımlılık. Borçlu doğuyoruz kısacası. Mesela her Türk vatandaşının, Uluslar arası Para Fonu’na belli bir miktar borcu var. Sonra da bur borcu ödemek için çalışıyoruz, daha da borçlanıyoruz ve ölüyoruz. Sonra çocuklarımız borçlu doğuyor, onlar da çalışıyor, daha çok borçlanıyor ve ölüyorlar. Bizim çalışmalarımızın sonunda da, modern elitler, sitlerin bugünkü aksı olan şehirlerde yaşayan kaymak tabakanın çalışmasına gerek kalmıyor; onlar rahatça yaşayıp bizim yerimize karar verip düşünebiliyorlar.
Ayağa takılan bir pranga ile duvara bağlanan bir insanla, kredi kartı faturalarını ödemek için parayla, çalıştığı şirkete bağlanan bir çalışan arasında ne fark vardır? Şehirde serbestçe gezip dolaşması mı? (çalışma saatleri dışında)
Şehir her zaman böyle karanlık olmazdı ama yukarıda bahsettiğim benzetmede de görüldüğü üzere, hal-i hazırda kurulu hiyerarşik sistem, yaşadığımız karmaşık şehirleri de bizler için zindana çevirmekte. İnsanların bu benzerliği görmemesi için de, şehir bizlere tüm karmaşasını sunmaktadır. Bize de çalışıp, elitleri rahatça yaşatmak düşüyor.

3 Haziran 2008 Salı

Liberalizm Üzerine



Liberalizmde esas olan bireyin refahı ve özgürlüğüdür.Eşitlik ise ancak özgürlüklerin eşitliği ya da fırsat eşitliği olarak düşünülebilir.Çünkü özgürlüğün olmadığı bir eşitlik,köleler arasındaki eşitliğe benzer.Buna göre,insan özgürlüğü sayesinde,kendisini belirler,gerçekleştirir ve yaratıcı olur.Bu özgürlük,dinsel anlamda din ve vicdan özgürlüğü,siyasal anlamda düşünce özgürlüğü,ekonomik anlamda mülkiyet özgürlüğü olarak da algılanabilir.Bireyler ekonomik anlamda özgür olursa,diledikleri gibi üretir ve tüketirler.Ürünlerini istedikleri gibi pazarlayıp, birbirleriyle rekabet edebilirler.Böylece ekonomik hayat bir düzen kazanır.Devlet,bu düzene müdahalesini en aza indirmelidir.Bireyler,ekonomi alanında,kendi çıkarlarını gerçekleştirerek zenginleştikçe,bu zenginlik ve refahtan yavaş yavaş da olsa toplumdaki herkes pay almaya başlar.Böylelikle genel çıkar da sağlanmış olur.Bu yaklaşımın başlıca savunucuları A.Smith,J.Locke,J.S.Mill’dir
Liberalizm,gerek ekonomi felsefesinde gerekse siyaset felsefesinde devlet, toplum ve birey arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkaran; her bireyin vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan ekonomik ve siyasal öğretidir.En ideal olanın ise devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne süren ve somut anlatımını’’Bırakınız yapsınlar,bırakınız geçsinler’’ (Laisez faire,laisez passer)sözünde bulan bu akım,iktisadi liberalizm olarak adlandırılırken, devlet yetkesinin her anlamda ve her alanda kısıtlanması, bu yetkeyi elinde tutanların toplumun yapıtaşları bireylerin yaşamlarını nasıl yönlendireceklerine herhangi bir gerekçe ileri sürerek hiçbir şekilde karışmaması gerektiğini savunan, devletin toplumsal ve kültürel yaşamın düzenlenmesinde hiçbir belirleyici rol üstlenmemesi gerektiğinin altını koyultarak çizen’’En iyi hükümet,en az hükümet edendir’’sözüyle açık açık ortaya koyan öğreti ise siyasal liberalizm olarak adlandırılmaktadır.
Liberal siyaset kuramı ile yakından ilişkili özgürlük, hoşgörü, kişisel haklar, kurumsal demokrasi ve hukuk yasaları gibi ilkelerin felsefece dayanaklarını inceler. Liberallere göre, siyasal kuruluşlar siyasal ve toplumsal çıkarlardan bağımsız olarak kişisel çıkarların korunmasına ve sağlanmasına yaptıkları katkılar bağlamında meşrulaşırlar.
Liberal düşünürler, gerek her toplum ve kültürün kendi sonunu kendi içinde taşıdığı düşüncesine gerekse siyasal ve toplumsal kuruluşların insanı daha iyiye doğru dönüştürme gibi bir amaç taşımaları gerektiği görüşüne karşı çıkarlar. Liberal felsefecilere göre, maddi olsun manevi olsun her kişinin kendi amaçları vardır ve bu amaçlar başkalarınınkiyle doğal olarak uyum içinde olmadığından bireylerin a- maçları uğruna neleri yapabilecekleri ile başkalarının amaçlarını hangi bakımlardan göz önüne almaları gerektiğini belirleyen kurallar belirlenmelidir. Bu bağlamda liberalizmin yapması gereken, bir yandan bireylerin ayrı ayrı isteklerine yanıt veren, bir yandan da toplumu güvence altına alan bir yaşam biçimi tasarlamaktır.
Bu felsefeye en uygun ortam ise demokrasi ve cumhuriyettir.Birey kavramı en önemli kavramdır ve her şeyden bağımsızdır.Önemli olan kişiliğin gelişmesidir.İlerleme ve eğitim çok önemlidir.Her kişi kendi kaderini tayin etme hakkına sahiptir ve devlet,bu hak için kişinin güvenliğini ve çeşitli ihtiyaçlarını gidermelidir.Siyasal güç kısılır,yani güçlü devlet yerine güçlü toplum vardır.Çünkü güçlü devlet despotizme,fazla otoriter bir faşist rejime kadar götürebilir.
Sınıf sistemi yoktur.Toplum ve bireyler kendi kendini yönetir.Toplum bireylerin gelişimi sayesinde gelişir,çünkü her birey kişisel gelişimini artırdıkça,otomatik olarak toplum da gelişecektir.En önemli amaçlardan biri ise bireylerin ortak çıkarını bulmaktır.
Liberalizm ile felsefesi, "sol" tarafından refah ve iktidarın birkaç kişinin elinde toplanmasına karşı hiçbir savunması olmayan ve insanın toplumsal ve siyasal doğasına ilişkin herhangi bir çözümlemeden yoksun ‘’özgür pazar ideolojisi’’ olmakla eleştirilir. Liberalizme yöneltilen bir başka temel eleştiri de liberalizmin toplumsal etkeni arka plana iterek toplumlardan ayrı bireylerin ya da soyut kuralların bulunduğunu kabul etmesidir.
"Sağ"ın liberalizme yönelik en temel eleştirisi ise yerleşik kurumlara ve geleneklere duyarlı olmaması ve bireysel özgürlüğün artırılmasında toplumsal yapılara ve sınırlamalara gereksinim olduğunu göz ardı etmesidir.
LİBERALİZMİN EN TEMEL EKSİKLERİ
Liberalizm ikiye ayrılır.Liberteryenler ve Liberal demokratlar.Liberteryenler kapitalizmin en vahşi halini savunurlar ve ‘’ölen ölür,kalan sağlar bizimdir’’ mantığı çerçevesinde hareket ederler.
Sosyalizm,kendini yenileyemediği ve çağa ayak uyduramadığı için çökmüştür.Bugün de Çin,çökmemek için kendine has bir sosyalizm yaratmıştır.Liberalizm de özellikle ABD’de büyük buhran yılları sırasında çökme tehlikesi geçirmiştir.Bu sebepten kendini yenileme yoluna gitmiştir.Tıpkı sosyal demokrasi gibi.Bugün Batı Avrupa ülkeleri,bazı sosyalist reformlar yaparak,sosyal demokrasiye yaklaşmış,İskandinav Sosyal Demokrasisi’ne benzeyen bir liberal demokrasi yaratmışlardır.Oysa ABD,bu tip reformları Avrupa gibi gerçekleştirememiştir.Bunu Norveç ile ABD’yi karşılaştırırsak,ABD’nin ne kadar geri kaldığını görerek daha kolay anlayabiliriz.
Liberalizm kendini yenilemeden önce,özellikle ilk yaratıldığı yıllarda,tamamiyle burjuvaziye hizmet ediyordu ve gerçekten proleterya ve köylüler,çok büyük bir sömürü ile karşı karşıya geldiler.Bu onlar için aydınlanma değil,daha da karanlığa gitme oldu.Çünkü kilisenin yerini burjuvazi,Tanrı’nın yerini para aldı.Ancak insan dinsiz yaşayabildiği gibi,parasız yaşayamıyor.
Fransız devrimi,kendinden önceki feodal düzene karşı çıkar.İlk liberalizm ise burjuvazinin kendinden önceki egemen unsurlara karşı geliştirdiği taleplerdir.Aristokrasi ve kilise.
Kişi özellikle dini baskıdan ve dogmalardan bağımsız olmalıdır.Çünkü bunlar kişisel gelişimde önemli engellerdir.Ancak aynı ölçüde,işçi ve köylü sınıfının bağımsızlığının önündeki engelleri de ortadan kaldırdı mı bu düşünce?
Bu soruya Marat:’’ Para soylularına yenilecek olduktan sonra,kan soylularını yenmek yalınkat bir kazançtı.’’Eşitlik-özgürlük dengesi içinde görülmektedir ki, ne yüzde yüz özgürlük ne de yüzde yüz eşitlik,insanlığı kurtaramamıştır.Kaldı ki,sosyalizmin eşitliği sağlayamadığı gibi,Liberalizm de özgürlüğü sağlayamamıştır.
Liberalizm ve burjuvazi, topluma insanlar toplamı olarak bakar.Bu toplamı tek tek parçalar ve bu parçaları,insan,birey diye adlandırır.
Ancak toplumun insanlar toplamı olmadığı sonradan anlaşılmıştır.Marx,toplumda tekil insanın olmadığını savunur;toplum sınıflardan oluşmuştur ve o sınıflar da birbiriyle mücadele halindedir.
Bu yapılan bilimsel bir yanlış değil,kitlesel bir çıkar hamlesiydi.(hatta bunun Hz İsa’nın eşit toplum öğretisine hizmet ettiğini bile savunanlar olmuştur.)
İnsan kavramı çok güçlüdür ki,komünizm ve sosyalizm de büyük ölçüde,bu yüzden çökmüştür,çünkü sosyalizmin eksik yanları liberalizmden çok daha fazlaydı.
Ancak bugünkü sivil toplum ve insanlar arasındaki ilişkilerde bir eşitsizlik vardı.Ama Rousseau’ya göre bu insan doğasında olmayan bir eşitsizlikti,Sonradan çıkmıştı.Bu sebepten liberal düşüncenin öncülerinden Rousseau bile ‘’insan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.’’ der.
Liberalizm doğal halinde eşit,özgür ve kardeşçe yaşayan insanın nasıl olup da birden zincirli bir toplum yarattığını açıklayamamıştır.Açıklayamadığı yerde ise,bir toplum sözleşmesi önererek üzerinden atlamayı tercih etmiştir ki bu gerçekten çok karmaşık bir sorundur.Sosyalizmin doğduğu nokta da burasıdır.Çünkü ortada çok açık bir sömürü vardır ve sosyalizm bunu engelleyecektir.Ancak tuhaftır ki,ne sosyalizm ne de liberalizm bu sorunu yok edemediler.
Bana göre ikisi de bir noktadan sonra birbirine yaklaşmış ve iç içe geçmişlerdir.Sosyalizm sosyal demokrasiyi,liberalizm ise liberal demokrasiyi doğurmuştur.Bugün ise bu iki çocuk,birbirinin içine çok fazla geçmiştir.Ekonomik,siyasi hayatta çok fazla benzerliği vardır.Ancak günlük ve kültürel hayatta birbirlerinden ayrılabilmektedirler.
LİBERALİZMİN EKSİKLERİ KARŞISINDA YENİLENMESİ
Burada sivil toplum örgütleri çok önemli yer tutar.Liberal demokrasi,doğuştan yetenekleri vergilendirmiştir.O vergilerden elde edilen kazançları da,aracısız sivil toplum örgütlerine aktarır,bu da doğuştan eksik olan insanlara yardım olarak gerçekleşir.
Ayrıca sosyalizmin temel çöküş sebeplerinden olan devlet iflasını devleti küçülterek aşmışlardır,yolsuzluklar büyük ölçüde engellenmiştir.Mesela sosyal sigortalar kurumlarında devlet parayı direkt olarak ödemiyor ya da sağlık hizmetini bedava vermiyor.Bunun yerine,kişinin belgelerle kanıtlanmış gelirine göre ücret alınıyor,bu da gerçekten kişiler arasındaki eşitliği sağlamada çok önemli bir hamledir.Devlet denetler ve eşitsizliği en aza indirgemek için sosyo-ekonomik farklılıkları göz önünde tutarak,kotalar koyar.Bu çok önemli bir çözüm yoludur.
Ekonomik hayatta ise,vahşi kapitalizmin yerini daha ılımlı bir kapitalizm almaya başlamıştır,burada da ortak çıkar göz önünde tutulmuş,hem üretici hem de tüketicinin memnuniyeti sağlanmıştır.Fırsat eşitliği ekonomik alanda da hayat bulmuştur ve güçlünün güçsüzü ezmesi önlenmiştir.Ayrıca tekelleşmeyi,tröstü vb… hileli kar yollarını engelleyerek ekonomik hayatta eşitliği sağlamış aynı zamanda da kaliteyi üst düzeyde tutmayı sağlayarak(kapitalizmin temel kanunu)tüketici memnuniyetini üst düzeyde tutmayı başaracak dengeyi kurmuştur…

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Yatak (ayrılık üzerine)


Melodik, ince bir sesle uyandım, her sabahki gibi. Her sabah bu sesle uyanırım ben. Bu sesin güzel elleri, yeşilden bozma ela gözleri olan, siyah renk harici saçları olan, beyaz tenli bir kadının sesi olmasını çok arzulardım. Lâkin değil. Saatin alarm sesi. Melodik, ince bir ses.
5 duyumla algılayamadığım bazı varlıkların üstten üstten bastırdıkları göz kapaklarımı, açabilmek için duvarlara tutuna tutuna , lavaboya doğru gitmeye yeltendim. İçimden duvarlara yapışıp, oracıkta uyuyasım geliyordu. Bir sürtünme hali içersinde birkaç saniye böyle devam ettim. Sonra kafamı hafifçe geriye doğru kasıp, salt kendi hallerinde kaldıramadığım göz kapaklarımı kaldırabilmek için, aynı zamanda kaşlarımı kaldırdım ve yatağımı gördüm.
Lavaboya gitmeye gücüm yoktu. Çok yorgundum. Yeni bir sabah, yeni bir su, yeni bir uyanış. Ancak yatağım o an için daha güvenliydi benim için. Hani hava soğuk olur da, siz de yorganın sizi koruması gereken yerde, onunla uyku halinde boğuşmalarınız yüzünden, üstünüzden kalktığı yerlerinizden üşürsünüz. Bir türlü uyanmaki kalkmak istemezsiniz. Sonra iyice büzülürsünüz. Hatta hava yeterince soğuksa belki hasta olursunuz. Başınızın bilmem neresinde bir ağrı başlar. İşte böyle bir halet-i ruhiyyem vardı o an için. Daha bitmemiş bir aşkta, yapılan son kavga zamanları gibidir bu his. Üşürsünüz ancak terk etmek istemezsiniz. Yorganınıza sarılırsınız ve gözlerinizi sımsıkı kaparsınız.
Hava soğuk değildi ama duvarlar soğuktu. Lakin duvarlara tutunmak zorundaydım yoksa düşecektim, çünkü uykudan yeni kalktmıştım ve ayakta duracak halim yoktu bu sebeple.
Yatağıma son bir defa baktım. Zamanında, ben içinde yatarken sıcacıktı. Ancak, o sıcaklık da gene benden kaynaklanıyordu muhtemelen. Şimdi, bunca zaman uzaktan baktıktan sonra, yanına gitsem, merhaba ben geldim desem, soğuk soğuk karşılar. Hatta karşılamaz. Belki de karşılayamaz. Ya da umrunda olmaz. Konuşmaz, tepki vermez, kızmaz, bağırmaz belki ama, yorganını hafifçe kaldırıp, elimi uzattığım vakit soğukluğunu hissederim. Sanki beni artık istemiyormuş gibi. Yataktan bahsediyorum sadece, aklınıza başka bir şey gelmesin.
Demek ki bu yatakta yatamam artık. Hava soğuk değil, odam da soğuk değil ama üşüyorum. Uyanmam lazım, yarı uyanık haldeyim hala. Soğuk, çok soğuk, acıtası bir soğuk lazım bana. Önce kendi ellerimle o soğuğu tutmam ve yüzleşmem lazım o soğukla. Yüzleştiğim vakit şoke olmalıyım, tüm reseptörlerim irkilmeli, tüylerim diken diken olmalı. Şoke olmalıyım ama tüm bilincim baştan aşağı açılmalı…Bunları düşünürken, ya da bunlara benzer şeyler işte, elime doldurduğum buz gibi suyu, her sabah olduğu gibi itiyatla suratıma çarpıyorum. Fakat bir şey olmuyor. Bir daha çarpıyorum, bir daha , bir daha… Hiçbir işe yaramıyor. Bu su, içime hiç tesir etmedi. Soğukluğu beni, teşmil etmedi.
Samiamı yitirmiş gibiyim. Kulaklarım uğulduyor ve göz kapaklarım açılmak istemiyor. Dün de denemiştim bunu. Elime aldığım suyu suratıma çarptığım vakit, beni baştan aşağı titretti de, kulaklarıma öyle şeyler söyledi ki inanamadım, aklım almadı. İşte o zaman şoke olmuştum. Ama şimdi olamıyordum. İçimde sadece uyku vardı. Halbuki söylediklerinin lâfzî garabetini gece boyu hissetmiştim, ama şimdi samiamı yitirmiştim.
Suyu son bir intibah isteğiyle yüzüme çarptım fakat etkili olmadı. Şimdi ne yapacaktım? Oracıkta, lavabo önünde kalakalmıştım. Yatağıma dönemezdim. Hayır, gururlu bir erkek, yatağına geri dönemez. Ancak akşam vakti uyku bastırır da, yatak tüm güzelliğiyle erkeği kendisine çeker, sıcaklığıyla erkeği etkiler ve sadece kendisinin yatmasını istediğini, yorganın altında başkası, yastığın altında da başkasına ait hiçbir şey olmadığına kanaat getirttirebilirse, işte o zaman belki gururlu bir erkek; yorganını usulca sarınıp, yastığına sevgiyle sarılıp, rahatça uyuyabilir. Yataktan bahsediyorum…
Ama şimdi durum böyle değil. Uyanmam lazım. Fakat suratıma çarptığım su işe yaramıyor. Defalarca denedim, belki sonra tekrar denerim ancak şu an değil. Son enerjimi de bu suyu suratıma çarpmak, uyanmak için harcamıştım.
Şimdi o yattığım yatağa tekrar dönemem.Soğuktur, gerçekten üşürüm. Başka bir yatağa da gidemem, hiç biri onun kadar ısıtmadı beni. Ancak biliyorum, o yatakta olmadığım sürece, zamanla başkası yatmaya başlayacak o yatakta. Önce tedirgin karşılayacak bu yabancıyı, ancak bir vakit sonra alıştıkça, onu ısıtmaya başlayacak. Beni unutacak. Sonra dönüp dolaşıp , içine tekrardan girmek istesem de , bu sefer bana yer olmayacak… Sonra ısınacak, fakat o yabancı kalkıp gidecek. Ve belki beni çağıracak yatak, ama bu sefer ben girmeyeceğim. Hayır giremem, gururlu bir erkek, erkek gibi bir erkek sokulmaz başkasının yattığı yere. O sümsük kadın ruhlu, kadın hassasiyeti taşıyan, romantik Paris’lerden bahsetmiyorum ben. Onlar fare gibidir, buldukları her yere girerler.
Ancak gerçek bir erkek, tekrar giremez, sıcaklık ya da soğukluk önemli değil, girse de uyuyamaz zira. Aklınıza başka bir şey gelmesin, yataktan bahsediyorum.
İç ihtilaçlarım sonucu, bir hüzal hissediyorum, sırtımı dayadığım duvarın, sert,erkeksi, dostane tesellisi ile birlikte. Ancak duvara da söyledim, işte size de söylüyorum. Başkası yattıktan sonra ben o yatağa temellük getiremem. Erkekle kadın arasında bir muadele bu, anlaşılması kolay değil. Ben olmanız lazım ancak…

Beyaz tenli, siyahtan başkaca renk saçları olan, şirin , narin bir kadının , ince melodik sesini duymayı nasıl da arzuluyorum. Ama onun yerine duyduğum tek şey, cırtlak, nefret ettirici, sinir bozucu, uyarıcı bir alarm sesi. Yattığım rahat, sıcacık, kendimce mutlu rüyalar gördüğüm yatağımdan beni kaldıran. Saatin alarmı. Zaman, ah şu zaman yok mu?
Hah, hay yaşa. Unutmuştum ben de. Doğru a!! Uyku…Uyku soğuk bir suyun yüze çarpılmasıyla geçmez. Uyku zamanla geçer, zamanla!

11 Mayıs 2008 Pazar

Çocuklarınızı bu yazıdan uzak tutunuz! +18


Çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz. Binalarda biber gazı bombalarıyla mahsur kalan insanları bilmesin çocuklarınız. Irak’ta ölen çocukları bilmesin, çocuklarınız… Sahi, Irak’lı çocukları savaş meydanlarından kim uzak tutacak? Onların ekranlardan uzak tutacak babaları var mı?
Çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz. Üç kuruş uğruna satılan kadınları görmesinler. Büyüyünce ne olacaklarını, ya da olabileceklerini bilmesinler. Şimdilik oyuncaklarıyla oynasınlar. Oyuncakları olmayan da, pasta yesin. Yeter ki çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz.
Çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz. Hele ki, gündüz yayınlanan iktisat programlarından. Çocuklarınız 1.000.000 ytl’nin gecelik faizinin, kaç ailenin aylık geçim masrafı olduğunu bilmesin. Bilip de ne yapacaklar? Cehalet mutluluktur.
Çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz. Onlar daha çocuk ve gaspın, adam öldürmenin, fuhuşun, çeteciliğin, hortumculuğun, adam kayırmanın, yolsuzluğun, rüşvetin, şerefsizliğin, aids’in, açlığın ve sefaletin, direnmenin ne olduğunu bilmesin çocuklarınız. Nasıl olsa ileride öğrenecekler. Acaba çocukken ruh hali bozulmayan çocuklar, büyüyünce ileride düştükleri bu karmaşanın etkisini nasıl yaşıyorlar?
Çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz. Sadece dondurma ve oyuncak reklamları gösteriminde çocuklarınız izlesin televizyonu. Bir de çizgi filmler tabi… Hani şu boy boy, Uzak Asya’lı çocukların ürettiği figrleri satılan çizgi filmler.
Çocuklarınızı ekrandan uzak tutunuz. Kitaplardan da uzak tutunuz. Sokaklardan da uzak tutunuz. Siz en iyisi çocuklarınızı odalarına kapatın ve orada besleyin onları. Hatta evde, kedi,köpek, kuş, tavşan beslemeyin. Bebek besleyin. Çocuk besleyin. Büyüyünce de salın hayata. Nasıl? İyi değil mi?
Uzak tutun çocuklarınızı televizyondan aman. N’olur yaptığınız pislikleri bilmesinler!

24 Nisan 2008 Perşembe

Hayat Sanatı

Hayatım anlam kaymalarıyla geçti.
Aşklarım anlatım bozukluğu...
''Seni seviyorum'' demem, mecaz sanıldı;
Halbuki mübalağa bile değildi.

Her sevgimi telmihsiz ele aldım,
Hiç birinde teşbih yoktu!
Ama ah, o kinayeler yok mu?
Hele birbiriyle tezat tevriyeler...
Tariz yapmak zorunda mı, bana her sevgili?

Bu tezat ne zaman biter bilinmez ama,
Tenasüple mazhar olacağım elbet,
Hayatı leff-ü neşredecek bir maşuka.

Aşk Üzerine


‘’Heykeller yapmalıyım, çırılçıplak heykeller,
Nefis rüyalarınız için…’’

S.F.Abasıyanık

İşte böyle başlar, Kıbrıs’lı Pygmalion’un hikayesi… Siz hiç gerçekten sevdiniz mi?! Ah, unutmuşum, siz de o anlaşılması zor olan insanlardansınız.
Diyeceğim şu ki sevgi, salt, katıksız, duru, dürüst, gerçek sevgi. Tıpkı Kral Pygmalion’un Galatea’ya duyduğu aşk gibi. Niçin insan, fiziksel olarak bir şeyler paylaşmadan aşık olamasın? Bu kadar mı maneviyata inancınız yok? Bu sapkın batı inancına bu kadar mı yıkandı beyniniz?
Aşkın anlaşılamayacak bir tarafı yoktur. Aşk, her türlü olabilir. Bir insanı ne etkilerse, kendisine ne uygunsa ona aşık olur. Bazen 1 yılda, bazen 1 dakikada. Bazen ilk görüşte birisinin gözlerine aşık olur, bazen hiç görmediği birisinin iç dünyasına, duygularına, saflığına.
Montaigne ; ‘’Aşk için kitapları bir yana bırakıp açık yüreklilikle konuşursak, arzulanan bir varlıkta bulacağımız tada susamaktan başka bir şey değildir, diyebiliriz gibi geliyor bana.’’ Demiştir.
Sokrates’e göre aşk, güzelliğin aracılığıyla çoğalma arzusudur.
Mesela Sait Faik’i ele alalım. Şöyle başlıyor cümlelerine, dünyanın en iyi tasvircisi;
‘’Ne yalan söyleyeyim, benim aşkım tuhaftır. Halbuki, böyle olmamalıdır, insan yıldırımla vurulmuş gibi âşık olmalı, sonra muvaffak olmak için bir şeyler icat etmelidir. Bu nevi aşkı pek severim ama, bir türlü de olamam. Muhakkak, evvela, seveceğimden biraz yüz görmeliyim. Sonrası kolaydır. İkinci yüz verişte yakalandığımı hisseder, kaçınmaya çalışırım. Üçüncüde her şey bitmiştir. Artık deli gibi aşığımdır.’’
Gördünüz işte, Sait Faik, yüz verilmesine ihtiyacı olduğunu söylüyor. Peki ya zavallı Pygmalion ne yapsın? Hiç fildişinden yapılma bir heykelden, yüz görebilir mi insan? ‘’Galetea, ah Galetea, ne kadar güzelsin’’ diye iç geçirmelerle, ellerini kadının yüzünde dolaştıran bir erkek hayal edin ki, adamın elleri fildişi malzemenin soğukluğunu bile hissetmesin, gözleri o bembeyaz rengi, ten rengi sansın…
Pygmalion, o kadar güzel bir heykelden kadın çıkarmıştır ki ortaya, kendini ona aşık olmaktan alıkoyamaz. Evet, siz sevdiğiniz insanın size ilgi göstermesini bekleyen âhlaksızlar, Pygmalion’a bakın ve ibret alın. Hanginizin sevgisi, bir taşı sevebilecek kadar büyük? Esas büyük sevgi, ellerini tuttuğunuz, yüzü okşadığınız, dudaklarını öptüğünüz, saçlarına dokunabildiğiniz, gözlerinin parlaklığını görebildiğiniz bir sevgiliye duyulan sevgi midir? Uğrunda ölebilirim dediğiniz sevgilerin, kaçı payidar kaldı hayatınızda? Onsuz olamam dediğiniz kaç sevgiliden ayrıldınız, içten pazarlıklılar?!
Pygmalion öyle sevmedi. O sadece, taş ta olsa, konuşamasa da, kendisine karşılık veremese de, Galetea’yı sevdi, sevdi ve sevdi… Her gün onun taş dudaklarını öptü, saatlerce karşısında bekledi. Umut etti mi, etmedi mi bilemem ama, tanrılara yakardığını biliyorum.
‘’Ey büyük tanrılar, madem insanlara her şeyi bahşediyorsunuz, madem ki hibenizin sonu yok, o halde Galetea’yı verin bana…’’
Galetea bir heykeldi. Ve Pygmalion onu, hiçbir şey beklemeden sevdi. Sadece o, Galetea olduğu için… Galetea onu öpemezdi, dokunamazdı, güzel sözler söyleyemez, onu tatmin edemezdi. Kısacası Pygmalion’un sevgisine karşılık veremezdi ama, Pygmalion onu sevdi. Hiçbir şeyi umursamadı, sadece sevgisine sahip çıktı.
Akabinde Afrodit, Pygmalion’a acımış olacak ki, bir sürpriz yaptı ona. Pygmalion, gene bir gün eve geldiğinde, Galetea’ya dokundu, yüzünü okşadı, Galetea’nın ona karşılık vermeyeceğini bile bile. Ve… Evet oldu. Galetea karşılık verdi. Kadın da onu öpüyordu. Pygmalion’un sevgisi, onu taştan, kanlı canlı bir insana çevirmişti… Ee, Pygmalion da bunu hak etmişti doğrusu.
Bu günlerde, bu kadar büyük aşklara, aşk diye nitelendirilemeyecek aşklara, hiç de hak etmeyen insanların, her şeyden bir katkı, bir karşılık bekleyen insanların sahip olduğunu görüyorum da… Hem Pygmalion’a acıyorum, hem kendime…Benim de aşkım Pygmalion ile Sait Faik’in arasında bir yerdedir herhalde.
Ve siz, olanla yetinmeyen, varoluşun, doğallığın, içten gelenin, samimiyetin, gerçekliğin mucizesini görmeyen romantikler… İçten pazarlıklı, karşılık bekleyen, ilgi görmezse solan ahlaksızlar… Siz sakın aşık oldum demeyin, Pygmalion’dan haberdar olduktan sonra.
Bakın Pygmalion kimmiş; ‘‘pygmalion, kendisi için kusursuz kadının heykelini yapan eski bir Yunan Kralı. Tanrıça Afrodit bu heykele can vermiştir. Bu efsane, eşlerinin görünüşünü ya da kişiliğini değiştirmek isteyenlere karşılık ortaya çıkmıştır.’’
Şimdi gidin ve Nietzsche’nin size önerdiği gibi yazgınızı kabullenin ki, gerçekten insanüstüne ulaşabilesiniz ve sevginiz gerçekten, maymunların sevgisinden farklı olsun... Ki gerçekten büyük sevginizle gurur duyabilin, gerçekten sevginiz mucizevi olabilsin.

22 Nisan 2008 Salı

Angut üzerine


Oturup beklemek lazım
Tepkisizce oturup beklemek
Beklemek ve sadece izlemek
Hayata anlamlar yükleyip sonra da çözümlememek gerek
Hepsi yapay, her şey biter
Ve koşmak peşinden hayallerin,
Bu hayallerden daha saçmadır.

Nasıl ki bir cahille konuşursun
Ve içinden gülmek gelir
İşte o cahilleri ciddiye almamalısın
Bırak kendi kendilerine, şarkı söyleyip eğlensinler

Gereksiz alegoriler, o kadar kör yapmıştır ki
Çağrışımı güzel bir söze, binlerce anlam yükler
Dalar giderler süslü hayallerinin içine.
Sonra sen suçlu olursun.

14 Nisan 2008 Pazartesi

''Ben anlamam bu işlerden'' demeyin.


Cuma günü, General Electric firmasının açıkladığı bilançoda, beklenilenin yaklaşık %20 daha aşağı bir karla ilk çeyreği kapatması, büyük yankı uyandırmıştı.
Zaten, Citi Group, Deutsche Bank gibi şirketlerin 8 milyar doları bulan büyük zararlar açıklamaları, artık dünya ekonomisinde son 3 ayda resesyon (durgunluk) sözcüğünü sık sık gündeme getirdi. Hatta öyle ki, en son 70’lerdeki krizde anılan, stagflasyon (durgunluk sırası enflasyon artışı) sözcüğü bile anılır oldu. Peki, resesyonun sonraki safhası olan depresyon (çöküntü) yaşanacak mı?
Yaşanabileceğinin, hatta biz farkına varmadan başlamış olabileceğinin bile ilk habercisi, işte General Electric’in duyurduğu , beklentilerin çok altındaki kâr rakamıydı. Bu kadar önemli olmasının , birinci sebebi, General Electric, bir reel sektör kuruluşudur. Yani meta üretimi yapan bir kuruluş. Ve çok uluslu dev şirketlerin, en büyüklerinden birisi, hatta onların sembolü diyebiliriz.
Bu açıklanan kar oranı gösterdi ki, artık bu resesyon dalgası, reel sektörü de vurmaya, finans sektörünü aşıp reel sektöre sirayet etmeye başladı.
Demek ki FED’in (Amerika Birleşik Devletleri Merkez Bankası) geçtiğimiz yılın son çeyreği ve 2008 ilk çeyreğindeki faiz düşürme müdahaleleri , kısa vadede işe yaramadı. Hatta, karşılıksız emisyon bu durgunluğu çözümleyeceği yerde, stagflasyona sebep olmaya başladı. Zira finansal kaynaklı bir dalgalanma, artık reel sektörü de vuran bir krize dönüşmeye başladı.

Bu bana 1873 yılı büyük buhranını hatırlattı, zira o kriz de finansal kaynaklı bir krizdi. Önce Avusturya’da, sonradan Almanya’da sonra diğer Avrupa ekonomilerine bulaşan bu kriz, banka iflasları, sonra yeniden yapılanma çabaları ve nihayetinde ise savaş harcamalarına dönüşüyordu.
Spekülasyon, işgücü kıtlığı (bugün kalifiye işgücü olarak nitelendirebiliriz) artan maliyetlerle birleşince kârlılık oranları düşmüştür ve borsada önce belirsizlik ardından panik hakim olmaya başladı ve o dönemin lokomotif şirketleri, demiryolu sektörü şirketleri birer birer iflaslarını açıklamaya başlarken, ardından, Lyon’da 1882’de Lyon Bankası, Loire Bankası sonra da Union Générale ve sonra bir çok bankanın iflası takip etti.
Neyse bu kısmı fazla uzatmayalım, ancak önce ne olduğu anlaşılmayan bir dalga daha sonra da bunun durgunluk ve ardından çabalar işe yaramayınca , bu durumun büyük bir çöküntüye sonuçlanan büyük buhran adlı bu derin kriz, hem fiyatları , dolayısıyla üretimi düşürerek, düşük kar marjları da öncelikle küçük işletmeleri ekonomiden tasfiye ediyordu, hem de düşen reel işçi gelirleri, talebi de daraltarak bu krizi derinleştiriyordu.
Bugün ki dalgalanmaya benziyor bu senaryo sanırım. En azından ben büyük bir benzerlik kurdum.

Uzun süredir finansal kaynaklı bu süreci, şimdi General Electric sembolünün şokuyla, reel sektörde hissetmeye başladı ve artık resesyon karmaşasında son raddeye geldiği, çöküntünün baş göstereceği zamanın çok da uzak olmayacağı görülüyor. Tabi ki bunun için kesin bir tarih verilemez ama, FED’in yaptıklarının kısa vadede işe yaramadığı gözüküyor ve ABD dünya gözünde günbe gün itibarını kaybetmeye başladı.

Yükselen enerji fiyatlarının maliyet enflasyonu yaratması ve alttan baskı yaratması, bu baskıyı düşük kar marjlarının karşılayamaması, zaten orta sınıfı ve küçük işletmeleri tasfiye etmeye başladı.
Firma yönetimi yönünden baktığımız zaman da, gene şu durum karşımıza çıkıyor, ana firmaların tedarikçilerini bu durgunluk hissedilir derecede vuruyordu zaten son 2-3 yıldır. Şimdi artık ana firmalara sirayet eden bu durgunluk, eğer dünya ekonomisini yöneten IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kuruluşlar, artık Neo-Liberalizm fundamentalizminden vazgeçip, radikal ve gerçekçi çözümler bulmazlarsa ve hala klasik iktisat kitaplarında yazan çözüm reçetelerinden medet umarlarsa, bu durum derin bir krize dönüşecek gibi duruyor.

Ancak IMF’nin kendi yapısı içerisinde ,yeni daraltıcı önlemleri ve G-7’ce de desteklenen bu reform hareketi (http://www.imf.org/external/pubs/ft/survey/so/2008/NEW041208A.htm) yönetimsel masrafları kısma, yeni küresel dinamik ekonomilere daha büyük ağırlık vereceği, düşük gelirli ülkelerin seslerini daha çok dinleyeceği, yeni kota uygulamalarına gitmesi, ve ABD hazinesi sekreteri Poulson’un IMF’ye limitli altın satışından sağlayacağı kaynağı IMF’ye aktarmak istediklerini açıklaması, bu sürece olumlu etki yapabilir mi? Bunu da göreceğiz.
Fakat şahsi görüşüm, bu çabaların da yetmeme ihtimalinin büyük olduğudur. IMF’nin 2008-20013 arası yaptığı 3.7- 4.8 aralığındaki dünya geneli büyüme trendi de , doğru çıkmayabilir.

O halde biraz felaket tellallığı yapıp en kötü senaryoyu direkt söyleyelim. Öncelikle tıpkı 1873-1895 yılları Büyük Buhranı’nın ardılı olarak çıkan 1. Dünya Savaşı gibi bir dünya savaşı çıkabilir pekala.
Bu senaryonun bazı emarelerini, AB ile silahsızlanma anlaşmasını askıya alan Rusya, NATO’nun genişleme süreci, Çin’in ABD’nin hegamonyası için iyiden iyiye bir tehdit haline gelmesi, doların küresel piyasalarda, genel itibariyle değer kaybetmesi, ABD’nin Büyük Ortadoğu Planı ve bu planla Rusya’nın etrafını çevirmeye çalışması ve aynı zamanda Çin’e de gerektiğinde askeri müdahaleleri yapabileceği yeni üsler yaratma çabası, aynı zamanda, kendi ithalat yükünü, Orta Doğu kuşağında yer alan bu ülkelere konsolide etme girişimi, Doğu Avrupa’ya kurmak istediği ve Rusya ile sık sık siyasal krizlere yol açan Füze-Kalkan projesi, ABD’ye karşı büyük muhalif güçlerin çıktığı ve ABD’nin engelleyemediği Güney Amerika demokratik-sosyalist kuşağı ve bu kuşağın önderi Venezüella-İran yakınlaşması, ABD'nin Doğu Avrupa'da kendine yeni üsler yaratma projesi ve en somut örneği Kosova… Bunları üst üste koyduğumuz vakit, sanki patlamaya hazır bir odanın içine doldurulmuş , patlayıcı gaz niteliği kazandığını söyleyebiliriz. Zira Güney Osetya problemi, ABD'nin bölgedeki uzantısı Gürcistan ile Rusya arasında 1 yıldır bir gerginliğe yol açmakta. Bu bahaneyle Rusya'nın Gürcistan'a bir askeri müdahalesi beklenebilir.

Yazıya başladığım noktayla, şimdi ortaya çıkan senaryoya bakıyorum da, meğer sistemi anlayabilmek için ne çok enstrümana ihtiyacımız varmış. Ve her şey birbiriyle ne kadar ilintili ve aslında tekil olarak alakasız gibi gözüken yap-boz parçalarını tek tek bir araya getirip topladığımızda, ortaya nasıl bir şekil çıkabiliyor.

Yaşayacağımız günler ne gösterecek bilinmez ancak, şu gerçekki şu sıralar pek çok kişinin umrunda olmayan , takım elbiseli , bon çantalı adamların kendi aralarında değiş-tokuşları olarak baktıkları bu sistem, eğer farkına varılmazsa, en entelektüel sanatçısından, en zengin ve umursamaz insanına kadar, tepelerine bomba olarak düşebilir.

Kısaca, ''Ben anlamam bu işlerden'' demeyin... Yarın bir gün çok kötü bir şekilde anlarsınız sonra.

13 Nisan 2008 Pazar

Wish you were here...


Peki, bahsedebileceğini düşünüyor musun?
Cehennemden cennet, acılardan mavi gökyüzü
Soğuk çelik bir tren rayından, yeşil bir alan söyleyebilir misin?
Peçeden bir gülümseme?
Bahsedebileceğini düşünüyor musun?

Ve onlar senin kahramanlarını hayaletler için ticaret mi ettiler?
Ağaçlar için sıcak küller, serin bir esinti için sıcak hava, değişim için soğuk teselli
Ve savaşta yürümeyi, kafeste bir başrole mi değiştin?

Nasıl isterdim,
Nasıl isterdim burada olmanı
Biz sadece, balık kasesinde yüzen iki kayıp ruhuz, yıllar yıllar sonra
Aynı eski yeri çiğniyoruz ve ne bulduk?
Aynı eski gözyaşları,
Keşke burada olsaydın.

10 Nisan 2008 Perşembe

Pragmatiste Cevap


Ben kendime cevap çıkarttım pragmatist arkadaşımızın yazısından, ve yeni bir tartışma konusu yarattığı ve konudaki fikirlerimi daha derin açıklamama vesile olduğu içinse teşekkür ediyorum. (hede hödö, zart zurt gibi terimler de anlamsız şeyler için kullanılır, acaba savunduğu şeyler ne kadar anlamlı?


Osman havuzda Şenay'la yakalanmış- hii, çok derin mevzu bunlar, oturup uzun uzadıya tartışmak lazım, gel starbucks'a gidelim orada anlatırsın.-peki)


Her şeyden önce, kendini geliştirmek demek, kendi olmayı unutmak demek değildir. Daha iyi bir ''kendi'' dir. Yani ''kalite'' .Kaliteli insan olmak kolay mı? Kalite nedir? Kalite norm ile spesifikasyonların, aynı olgu içerisinde temerküz etmesidir.Yani?Norm= olması gerekenSpesifikasyon= Şimdiki durumda bulundurduğu özellikKalite= normlarla spesifikasyonların buluşması. Tek başına spesifik ( Bir türün, bir olayın karakteristik yönünü veren.) bir insan olmak, kaliteli insan olmak anlamına gelmez. Normların altında kalırsan, ''güruh'' u oluşturan kişilerden birisi olursun.Yani spesifikasyonları, ''mevcut durum budur'' diyerek savunmak, kaliteye ulaşmayı engeller her zaman. Hobiler konusunda, elbette kendisini o yönde de geliştirmelidir. Zaten kendini geliştir derken, zihinsel olarak demedim sadece. Vücudunu geliştirebilir bir insan, bir başkası başka bir yeteneğini geliştirir.Ama şüphesiz ki bunların en değerlisi, ''zihinsel'' yetenektir ve en önce bunun geliştirilmesi gereklidir. Esas kültür, kültürlü olmak budur.


Pragmatist arkadaşımızın yazdığından da anlaşılacağı gibi, kendisi baya pragmatist birisi ve ticari konudan ele almış.Ancak yazdıklarının %90'ına katılmıyorum. Bir kere yazısında çok kere pragmatizm ile hedonizmi , egoizmi karıştırmış. Zevk aldığı konular(!) ,bazen yarar sağlamayabilir . Ayrıca bireysel anlamda ele aldığımız zamanda, bir insanın magazin izlemesi ve magazinel kültürün içinde olması, gene ona bir yarar sağlamaz, sadece egosunu tatmin eder.Kaldı ki\ nerede Kant'ın Ödev Ahlakı?!Magazini savunmak (belki kendince haklısındır) bana göre akıl dışı bir şeydir. Bunu savunanlar genelde bu konuda ticari kaygıları olan kişilerdir.Zira magazinin halkı uyuşturmak için en etkili araçlardan birisi olduğu, yadsınamaz bir gerçektir. Ayrıca, başkalarının arkasından konuşmak, hiç hoş bir şey değildir ve bir kompleks belirtisidir. Takıntılı insanlar bu tip konuları merak ederler. Herkes kendi işine bakmalı, başkasının dedikodusunu yapmamalıdır. Evet insanların doğasında vardır belki bu bahsettiklerin. Ancak KÜLTÜR işte burada devreye girer..


KÜLTÜR, sonradan katılmış demektir ve bu sonradan katılan olgu, insanın davranışlarını frenler ve olandan alıp ''OLMASI GEREKEN'' e, erdemli olmaya götürür. (Başta bahsettiğim spesifikasyon+norm = kalite anlayışı)İnsanların bu derece metalaşması, insanların manevi dünyalarında sürekli bir eksiklik hissetmelerine, Durkheim'ın değindiği gibi, insanın kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. Bu da intiharları, psikologlara sürekli para ödemeyi, abuk subuk tarikatlara girmeyi (moon tarikatı mesela) beraberinde getirmiştir.Üstelik imzana da ''Zihin; akıl, zekâ ve mantık üçlüsünü doğru ve etkin kullanarak iradeli hareket etmek demektir. '' yazmışsın. ''Yani, güdülere, zevklere göre hareket etmek değil, akla göre mantığa göre hareket etmeye değer vermişsin'' (sözde öyle gözüküyor)Peki o zaman şu yazdığın yazı ile, bu imza çelişmiyor mu? Kendiniz olmayı unutma demişsin, peki sen bu iki anlayıştan hangisine mensupsun?Magazinel merak yerine, entelektüel merak oluşursa, işte o zaman kişi kendisini geliştirmiş olur. Burada magazinel merak derken de, güncel olayları takip etmemeli demiyorum. Zaten entelektüelliğin doğası güncel olmayı gerektirir. Ama kim? Kiminle? Nerede? Ne yaptı? 'den ziyade, Kim? Neyi? Nerede? Buldu? tarzında bir yaklaşım, insanlığın gelişimi için gerekli yaklaşımdır.


Ayrıca güzel ya da yakışıklı seçmek, bize ne gibi bir fayda sağlayacak anlayamadım?! Televizyondaki gibi (!) bir güzellik yarışması önermek te oldukça komik. Çünkü TV'deki güzellik yarışmalarının amacı, esasen güzel seçmek değil, sponsorların adını duyurup para kazanmaktır. Yeni yapay idoller yaratıp, onları pazarlayarak yeni mal ve hizmetler satmaktır. Bu şekilde de kapitalizmin çarkını döndürmektir.Bu yüzden moda denen (bana göre bela) icat edildi, insanlar, şirketlerin üretim maliyetleri azalsın diye tek tipleştirildi ve KÜRESELLEŞME icat edildi.Üstelik bunu da siz magazin severlerin egolarını sömürerek yapıyorlar.Sen TV'deki gibi yapınca, sponsorlardan para mı kazanacaksın, bunu da anlamış değilim.Bir dönem de uyuşturucu kültürü oluşmuştu insanlarda ve Avrupa'yı Amerika'yı kasıp kavurmuştu... Magazin ile uyuşturucu arasında bağ kurabiliriz. Zira birisi fiziksel, ötekisi zihinsel olarak uyuşturmaktadır.Magazin satıcılarının da, insanlara ''zarar satıp'' onların sırtından geçinmeleri ile, uyuşturucu tacirlerininkisi bu açıdan pek bir benzemektedir.Her zaman her türlü akım, trend yakalayabilir moda olabilir.


Önemli olan zaten neyin, ne olduğunun farkına varmaktır, he bulduğu suya atlamamaktır. O su bataklık çıkabilir çünkü.TV kültürü oluştu diye de , bunun üzerine yoğunlaşmak, insanı ''sığlaştırır''.Sığ sularda sadece kayıklar yüzer, ve bu kayıkların ufukları her zaman dar olur çünkü hep sığ sularda yüzmüş, okyanusa açılamamışladır.Her şeyden bir kazanç kapısı sağlamaya çalışmak ve insan olmanın,vatandaş olmanın yüklediği ödevleri unutmak, insanı bayağılaştıran bir tutumdur.Kendini geliştirmek ise, kültür ve görgü ile olmazsa, ne ile olur bilmiyorum. Zira bahsedilen hobiler, mesleki ve teknik beceri kazandırabilir insanlara, ancak kavramsal bilgi sahibi olmak, her zaman için bu tür becerilerden üstündür.Bunun başında da dil, tarih ve felsefe bilmek gelir.Satranç oynamak ile, satranç tarihi bilmesini de karıştırmış üstelik! Karpov'u bilmek, satranç oynamak ile dolaylı ancak, satranç tarihi okumakla direkt ilintilidir.Yani sen istersen satranç şampiyonu ol, gene de Karpov'un kim olduğunu bilmeyebilirsin.


Bu durumda, satranç oynama yeteneği olduğundan bahsedilebilir ancak bir ''satranç kültürü'' oluştuğundan söz edilemez.Burada kilit kelime, ''bilmek'' ... ''becermek'' değil. Yani; bir şeyi yapabilme becerisini geliştirmek ile, bilmek doğru orantılı değildir. Birisi mesleki beceriyi geliştirir, bilmek ise genel kültürü ve kişiliği yüceltir. Yani kısacası, önemli olan, erdem sahibi bir insan olabilmektir. Yoksa, ''ye , iç, yat'' mantığı ile, bu dünyaya bir şeyler veremeden, bir şeyler üretmeden sadece tüketip, ihtiyaç karşılayarak gitmek, pek te insana uygun bir davranış olmasa gerek. Bu tür insanların oluşturduğu topluluklar genel de ''güruh'' olarak adlandırılmıştır.Bilim, sanat, felsefe, edebiyat gibi olguları da herkes sevmez, zevk almaz katılıyorum. Bu yüzden zaten, herkes aydın değildir. Bu bir ayrıcalıktır ve TV'ye sığ demek, kendini beğenmişlik değildir.Serdar Ortaç konusuna değinmek istiyorum. Serdar Ortaç ekonomi dersi verecekse gitsin bir şirkette yöneticilik yapsın, şarkıcılık değil. Laylayloylom diye şarkıyı ben de yaparım marifet bu değil. Sanatçı, güzel eserler veren kimsedir. Evet güzellik görecelidir ancak , bu güzellik anlayışı da yine kültür seviyesi ile doğru orantılıdır.Adam Serdar Ortaç dinler, çünkü zaten entelektüel merakı yok. Wagner'i, Dede Efendi'yi, Çaykovski'yi , Django Reinhardt'ı, Secret Gaden'ı, Yanni'yi nereden bilsin ki? Televizyonda o gösterilmiyor. Oysa esas güzel olanı kaçırmakta yine bu tip bir insan.


Gene olması gerekene ulaşmak, kendini aşmak yerine, olanla, verilenle idare ediyor.Genelde bu tarz pop zımbırtı dinleyenlerin , bu bahsettiğim gerçek sanat eseri klasikleşmiş şarkılarını duyduklarında ''Aaa, bu şarkı ne güzel ya hep reklamlarda duyuyorum, atsana bana bunu msn'den'' demelerine şahit oldum pek çok kez.Emrah'a sormuşlar, ''Mozart'ı beğeniyor musun?'' cevap, ''Çok beğeniyorum, Türkiye'ye konsere gelirse konserine gitmek isterim (!)'' Gülsem mi, ağlasam mı?..Adam olmak öyle kolay iş değil. Adam olmak için önce ''erdemli'' ve başta belirttiğim gibi ''kaliteli'' olmak gerekir.İnsanları birbirlerinden ayıran esas özellik te budur zaten. Birisi, hobilerinde üst düzeye ulaştı mesleğinde zirve yaptı; ancak görgüsü, genel kültürü eksik, öğrenme merakı ve entelektüel yeteneği yok. (Mesela İbrahim Tatlıses) (bkz.Kıroyum ama para bende)İşte şimdi tam da ''ADAM OLMAK'' konusuna değineceğin bu açıklamalardan sonra.Ünlü hikaye bilirsiniz...


Babası oğluna , ''Ben sana vezir olamazsın değil adam olamazsın dedim'' der.Yani kısacası, Aydın olma sevdası, çok büyük bir erdemdir. Ne kadar sorgularsan, o kadar varsındır!

Deniz'lerin THKO Savunmasından


Türkiye'nin bağımsızlığındanbaşka bir şey istemedim.Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armağan etmekten onur duyuyorum.
Bizlerin tek özlemi tahsil sırasında bulunmamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığıdır. Biz hiçbir zaman bütün çabamıza rağmen Türkiye'nin bağımsızlığını temin edemedik.
Biz 50 sene evvel Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları olarak Kurtuluş Savaşı'nın gerçek tahlilini yapmaya her zaman için muktediriz. Biz yine çok iyi biliriz ki Türkiye Kurtuluş Savaşı'nı yapmak için Samsun'a çıkanlara İstanbul örfi idaresince ve mahkemelerince idam cezası verilmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki, Osmanlı İmparatorluğu yüzlerce generalinden ancak birkaç tanesi Kurtuluş Savaşı'na iştirak etmiştir. Ve yine bilmekteyiz ki Kurtuluş Savaşı yapıldığı sırada İstanbul'da bulunanlar bunları yapanlara eşkıya demiştir.
1950 tarihinde Amerikan emperyalizmi iktidara geldi. Demokrat iktidar 27 Mayıs 1960'da tarihe gömüldü. Demokrat Parti gitti, bunun gitmesiyle tellaklar değişmedi. 27 Mayıs'ı kastetmiyorum, bundan sonrasını kastediyorum. Hamam aynı fakat bu defa da tellaklar değişti. Amerika bu dönemde imdada yetişip İnönü'yü düşürdü, Demirel'i iktidara getirdi.
Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz
Öğrenci hareketlerine gelince, Türkiye'de öğrenci olayları 50-60 senedir eksik olmamıştır. Sultan Hamit'in Tıbbiye talebelerini Sarayburnu'ndan denize attığı tarihten itibaren öğrenci hareketleri Türkiye'de devam edegelmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında faşizme hayır diyen gençler ilerici gençlerdi. Ve 28 Nisan 1960 tarihinde özgürlük savaşı veren gençlerdir. Amerikan emperyalizmi tarafından İnönü hükümetten düşürüldüğünde protesto gösterisi yapan gençler ilerici gençlerdir. Anayasa'ya Bağlılık Mitingi'ni de bizler yaptık. O günün mitinginde iktidarın kiralık adamlarından ve polisinden dayak yiyen de gene bizlerdik.
1968 senesine gelince, üniversiteler öğrenciler tarafından işgal edildi. İşgalleri gayet meşru idi ve kürsü ağaları dahi bu işgallerin haklılığını hiçbir zaman inkar edemedi. Aynı yılın Temmuz ayında Amerikan Filosu'na karşı gösteri yapanlardan Vedat Demircioğlu polis tarafından hunharca öldürüldü. İktidarın kiralık kuvvetleri ve polisi hunharca devrimcilerin üzerine saldırdı. 20'ye yakın devrimci öldürüldü. Bunların hiçbirinin katili bulunamadı. Polis karakolları işkencehane haline getirildi. Hiçbir savcı buna karşı çıkmadı. Fikir özgürlüğünü ve Anayasa'yı paravan yapanlar "önceden Atatürkçü geçinirken O'nun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar, sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı." suçlamasını kesin olarak reddediyorum ve asla kabul etmiyorum. Diğer yurtseverler de bunu kabul etmez.
Gerçekler örtülmek isteniyor. Mustafa Kemal'e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. Onun İstiklal-i tam prensibini, ve onun istiklal-i tam Türkiye idealini yalnızca biz devam ettiriyoruz.
Anayasa'yı en fazla savunan bizleriz
İddianame'de bizim Anayasa'yı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir. Öteden beri arzetmiş olduğum gibi, bu ülkede Anayasa'yı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasa'yı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasa'nın uygulanmasını isteyen gene bizleriz. Anayasa'yı uygulamayan yavuz kimselerse hâlâ ortadadır. Ve yine o kişiler bizim kellemizi istemektedirler. Bile bile iddia makamı bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir.
İdddia makamı bizim vermekte olduğumuz Bağımsızlık Savaşı'na karşıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na karşı, reformlara karşı ve bu nedenle bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs ettiğimizi ileri sürmektedir. Çünkü Süleyman Demirel hâlâ ortada gezmektedir. Kudreti yetiyorsa Süleyman Demirel hakkında aynı şekilde dava açsın, onlar 36 milyonluk ülkenin bütün yükünü 20 gencin üzerine yıkmaya alışmışlardır.
Amerika sizin döneminizde ülkeye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız
Bizi bağımsız bir ülkenin çocukları olmaktan mahrum eden hepiniz dahil sizlersiniz. Çünkü Amerika sizin döneminiz sırasında Türkiye'ye girdi ve hiçbiriniz sesinizi çıkarmadınız. Ve Demokrat Parti iktidarına 10 yıl ses çıkarmadınız. Ta ki 38 yurtsever subay ses çıkarana kadar ve onları devirene kadar. Ve bugün aynı savcılar bu şahıslar hakkında da idam kararı istemektedir. Süleyman Demirel'in Anayasa'yı ihlaline ve despotizmine ve ülkeyi Amerika'ya satmasına ses çıkarılmadı.
Ve meydanlarda bunlara karşı bizler dövüşmek zorunda kaldık, bizler kurşunlandık. Ve sonunda idam isteğiyle buraya getirildik
Bizim düşmanımız Amerikan emperyalizmi ve yerli işbirlikçileridir
Dediğim gibi Türkiye'yi bu hale getiren eski yöneticilerin bütün suçları bize yüklenmek istenmektedir. Bütün eski idarecilerin suçu bize yükletilmek istenmektedir.
Türkiye'nin bağımsızlığından başka hiçbir şey istemedik ve hayatımızı bu yola koyduk. Varlığımızı Türkiye halkına armağan ettik. Bunun aksini iddia edenler vatan hainidir. 12 Mart Muhtırası muvaffak olmasaydı bizi itham eden makam onları da aynı şekilde itham ederdi. Buna da kanaatim tamdır. 12 Mart Muhtırası Anayasa'nın uygulanmadığını iddia etmektedir ve parlamentoyu açıkça suçlamaktadır.
Biz strtaejik olarak düşüncelerimizi hiçbir zaman saklamayız. Hangi şartlar altında olursak olalım bunu açıkça söyleriz. Düşüncelerimizi mezara kadar götürürüz. Nasıl burada namluların ve dipçiklerin gölgesi altında konuşuyorsak düşüncelerimizi her zaman açıkça ifade ederiz. Bizim Anayasa'yı ilgaya teşebbüs gibi bir kastımız bulunsaydı, bunu da burada açıkça söylemekten çekinmezdik. Bizim böyle bir amacımız yoktur.
Bizim düşmanlarımız Amerikan emperyalizmi ve onun yerli işbirlikçileridir. Yani emperyalizm ile işbirliği yapan patronlar, feodal mütagallibe yani bezirgânlar, tefeciler. Toprak ağaları ve diğer işbirlikçileri ve bizim bütün eylemlerimiz bu hedefe yönelmiş bulunmaktadır. Bunun dışında başka bir hedefimiz yoktur.
Milyon metrekare vatan toprağı işgal altındayken mili bütünlüğü bozmakla suçlanıyoruz
Bizim kişi güvenliğini, mülkiyet hakkını, egemenlik ilkelerini, milli bütünlüğünü bozmak için harekete geçtiğimiz iddiaları vardır. Kişi güvenliğini ihlal edenler kimlerdir. Bunu evvela tesbit etmemiz lazım. Karakollarda işkence gören bizler olduk. Meydanlarda kurşunlanan yine bizler olduk. Bakanların emriyle hapishanelere atılan bizler olduk. Buna rağmen kişi güvenliğini bozan olmakla itham ediliyoruz. Yukarıda anlatılan asıl kişi güvenliğini bozanlar ise serbestçe meydanlarda dolaşmaktadır.
Mülkiyet hakkını ortadan kaldıracağımız iddia ediliyor. Bizatihi Anayasa mülkeyet hakkını toplum yararına kısıtlamıştır. Mutlak mülkiyet hakkı tanımamıştır. 50 köye sahip bir toprak ağasını anayasamız kabul etmemiştir. Egemenlik ilkelerine karşı çıkanlar halkın sırtından geçinenlerdir.
Ayrıca milli bütünlüğe karşı çıkmakla da suçlanıyoruz. 101 tane Amerikan üssünün bulunduğu ülkede bizim milli bütünlüğü bozmak istemekle itham edilmemiz gülünç olmaktadır. Milyon metrekare vatan toprağı işgal altındayken bizim milli bütünlüğü bozmakla suçlanmamız gülünçtür.
21 yılın hesabını 21 gençten sormak istiyorlar
Mustafa Kemal sağ olsaydı bugün çok şaşırırdı. İddianame baştan beri sırf kelle istemek maksadıyla hazırlanmıştır. Şeklen de hukuk mantığından mahrumdur. Hukuki kıymet ve değerden mahrumdur. 21 yılın hesabını 21 gençten sormak maksadıyla ve suçluların telaşı içerisinde hazırlanmış bir iddianamedir.
Ben şunu iddia ediyorum ki, hareketimiz tamamen Anayasal bir harekettir. Anayasa'nın başlangıç ilkesinde belirtilen ulusun zulme karşı direnme hakkını kullandık. Bu sebeple Anayasal bir davranışta bulunduk. Yaptıklamızın haklı olduğuna inanıyorum. Halen de bu inancı taşıyorum.
Türkiye'nin bağımsızlğından başka bir şey istemedim. Ve bu sebeple Amerikan emperyalizmine ve işbirlikçilerine karşı mücadele verdik. Bundan dolayı da ölümden korkmuyoruz. Onu ancak işbirlikçiler düşünsün. Ve ancak onlar kendi canının telaşına düşsün. Ve ben 24 yaşındayken kendimi Türkiye'nin bağımsızlığına armğan etmekten onur duyuyorum. Bu bağımsızlık düşüncesini mezara kadar götüreceğiz.

Fakirleştiren Büyüme


Türkiye ihracata yönelik büyüyor ve iç pazarının alım gücü yıldan yıla düşüyor...Büyüme hızları falan açıklanan da rakam üzerine harika gibi gözüküyor ama bu dengesiz bir büyüme...Özal geldiğinde de böyle büyümüştü Türkiye, Adnan Menderes geldiğinde de ..sonraki 5-10 yıl içerisinde kriz çıktı...Türkiye gene büyük bir istikrarsızlığa sürükleniyor...Unutmayın 2001 krizinin 5-6 ay öncesinde ''ekonomi harika, enflasyon düşüyor, Türk lirası değeleniyor vb... '' gazetelerde yazıldı...

Sonra da Şubat 2001 krizi çıktı...Gene aynı sahneyi izliyoruz ama bu sefer cari işlemler açığının artması, Türk lirasının Merkez Bankası tarafından baskı altında tutularak ve Merkez Bankasının faizleri yüksek tutmak kaydı ile enflasyonu düşürmek amacı ile, Piyasadan Türk lirasını çekmesi , Türk Lirasını değerli yapıyor... Ama ekonomi şu anda kriz içinde, ancak kağıt üstünde yapılan oyunlar ile ekonomi şahane gösteriliyor...İnanmayan gitsin babasına sorsun ''Baba senin iş durumu nasıl ?'' eminim %80 'inin alacağı cevap şu olacak ''Oğlum/kızım, iş var ama para yok '' İşte bunun sebebi ihracata dayalı Fakirleştiren Büyüme, diğer bir adı, Batılıların Türkiye'yi sömürerek günden güne fakirleştirmesi...İşte AKP hükümeti burada devreye giriyor, ve yerli sermayenin rekabet gücünü düşürmek için adeta bir çaba içinde...Yabancı sermayeye ise her türlü peşkeşi çekiyor...


Fakirleştiren büyüme nasıl oluyor??


24 Ocak 1980 'de Süleyman Demirel'in ekonomiden sorumlu müsteşarı Turgut Özal'ın çıkarığı 24 Ocak kararları ile, Türkiye, 1930 'dan bu yana benimsediği karma ekonomi modelinden vazgeçmiş, Serbest Piyasa ekonomisine dönmüştü...O dönemde Turgu Özal, halka refahı getirdi, araba geldi uçak geldi bilmem ne diye yazılıp çizildi...Ancak Türkiye'nin kronik döviz sorunu yüzünden, ithalatın artması ile dengesiz büyüme aldı başını gitti...Sonra da biz bu açığı kapatabilmek için sürekli kemer sıkmak zorunda kaldık...Gelen yabancı sermaye ile birlikte KARA PARA geldi, ve Türkiye tarihinde görülmemiş mafyatik olaylara ve ekonomik rant vurgunlarına maruz kaldı...Bankerler, derin devlet aldı başını yürüdü...Yıldan yılla artan cari işlemnler açığını ise hükümet, faizleri yükseltip, yabancı parayı buraya çekerek, sıcak para akışı ile geçici olarak Türkiye ekonomisini döndürmeye devam etti...

Ancak o kadar kırılgan hale gelmişti ki ekonomi, en ufak bir siyasi dalgalanmada, ortaya çıkan güvensizlik ile yabancı sermaye parasını alıp kaçıyor, ve Türkiye ekonomisi krize giriyordu..Aynı olay aynı şekilde 94 ve 2001 de görüldü...Ve o olayların sinyalleri bugün gene veriliyor aslında...Peki fakirleştiren büyüme nasıl fakirlerştiriyor?? Olay şu ;Türkiye ihracata dayalı büyüdüğünden, Türk mallarının yurt dışında rekabet gücünün olması gerek..rekabet gücü ise fiyat ile olmaktadır..

Yani kabaca Çin bir malı 5 liraya satarken, Türkiye 7 liraya satarsa, yabancı gidip Çin malını alır..Ancak Türk malı 4 liraya düşerse, yabancı bu sefer Türk malını alır...Geçmişte bu rekabet gücü devalüasyonlarla sağlanmaya çalışıldı...Devalüasyon demek, Türk lirasının değerini yabancı para karşısında ani düşürmek demek...Yani 1 dolar = 1 lira iken bir gecede 1 dolar=5 lira yapmak... Bunu da piyasaya para sürerek yaparlar...Bunu yapa yapa Türk lirası MİLYON lu hanelere geldi...Ayrıca sürekli para basıldığından Enflasyon arttı, %120 gibi kontrol edilemez rakamlara ulaştı 90 lı yıllarda...Türk lirası süğrekli değer kaybetti...Ama 99 da başa gelen DSP döneminde ise, kemer sıkmaya gidildi ve enflasyon önemli oranda düştü...Kriz çıktı ama bu kriz zaten 2 senede olacak olay değildi...Yani bu 90 ların başından bize miras kalan olması kaçınılmaz bir krizdi, 2001 krizi...

Merkez Bankası ise Türk lirasını değerli tutmak için, faizleri yüksek tutarak , Türk Lirasını piyasadan çekmekte ve bu şekilde enflasyonu düşürmektedir...Ancak bu da halkta bir alım gücü düşüklüğü yaratmaktadır...Fakirleşmenin birinci ayağı bu...İkinci ayağı ise, Türk malı'nın rekabet gücü için AKP hükümetinin devam ettirdiği ancak bu devamı daha da coşturduğu, İhracata dayalı büyüme yüzünden, Türk Lirası değerli olduğundan, ihracatçı -zaten iç piyasaya mal satamıyor, alım gücü düşük Türk halkının- malını dışarıda satabilmek için 2 yola başvuruyor... Maliyeti azaltma...Maliyeti azaltmanın 2 yolu vardır.. Ya direkt işçiliği düşürecek, ya da hammadde maliyetini azaltacak..Hammadde zaten ithalat ile geldiğinden (çünkü Türkiyenin yerli sermeyesi yok denecek kadar az) hammadde maliyetini düşüremiyor...Tek çare, işçilik maliyetleriniş düşürmek olarak gözüküyor... Ve işçi çıkartıp, işçi ücretlerini düşürerek bu yola başvuruyor...

Bugünki rekor işsizlik ve fakirliğin ana sebebi budur...Üçüncü ayağı ise, en tehlikelisi...Yani yabancı sermayenin gelişi...Türkiyede yabancı sermaye gelmiyor aslında...Yani yabancı sermaye gelip fabrikasını kurup istihdamını arz etmiyor...Tam tersine gelip karlılığı artırmak için işçi çıkartıyor...Zaten var olan sermayeyi satın alıp, yabancı para getiriyor...Yani bizim Hacı Şakir sabunlarımızı, Palmolive alıyor...Çünkü hükümet buna kolaylık sağlıyor...Yani günden güne Türkiye yerli sermayesini yitiriyor, yabancı sermeye büyüyor...Bu da, Türkiye'de edilen karların, bu markaların yurt dışı hesabına aktarıldığı zamansa, ödemeler dengesini bozuyor ve gene bir cari işlemler açığı veriliyor...Bu açığı kapatmak içinse günden güne küçülüyor... Yani büyüyen yabancı sermaye, Türkiye değil..o büyüme ise sadece kağıt üstünde büyüme olarak kalıyor...işte fakirleştiren büyüme budur...E şimdi, bizim halkımız günden güne fakirleştikten sonra büyüme ne işe yarıyor??? Tam bir ''ayranı yok içmeye, taht-ı revanla gider tuvalete'' durumu yani...Taşıma suyla değirmen dönmez...Bakalım su ne zaman kesilecek ve Türk halkı susuzluktan ölecek...Gidişat bu
(NOT: 2006 yılı yazısıdır, bu sebeple güncellenmemiş bilgiler ve güncel örnekler içermeyebilir)